16 Eylül 2010 Perşembe

İnancımız bitmez!


Tarihimizde ilk kez ülkemizi temsil ettiğimiz Şampiyonlar Ligi'nin ilk maçında Valencia karşısında aldığımız mağlubiyete biraz üzülsek de takımımıza olan inancımız hiçbir şekilde zedelenmeyecektir.

Geçtiğimiz sezondan beri bizlere tarifi mümkün olmayan ve yakın geçmişte hayâl dahi edemediğimiz duyguları yaşatan bir ekibin bizleri mutlu edebilmek adına bizlerden fazla heyecanlı olmalarının Avrupa sahnesindeki tecrübesizliğimizden kaynaklandığını ve 4-0'lık sonucun yanıltıcı bir sonuç olduğunu düşünüyorum. Şampiyonlar Ligi'nde daha önümüzde 5 maçımız var. Takımımız mutlaka bu yenilgiden edindiği tecrübeyle bundan sonraki sınavlarında başarılı sonuçlar alarak taraftarlarını ve ülkemizi sevindirecektir. Dünyanın en büyük liglerinin olduğu Avrupa'da, Bursasporumuz yüzlerce kulüp içerisinde en prestijli ligde oynuyor ve en iyi 32 takım arasında. Bu bile başlı başına gurur verici. Ligde kayıpsız giderek 4'te 4 yapan ve zirvede yer alan Bursasporumuz'un Salı gecesi alınan sonuçtan etkilenmeyeceğini düşünüyor ve yoluna ligde kayıpsız devam edeceğine inanıyorum.

Avrupa'da tecrübe, ligde ise seneyi kazanmamız için aynı ciddiyetle yolumuza devam etmeliyiz. İnanmışlığın göstergesi olarak tüm Bursasporlular'a geçen sezonu referans gösteriyor ve takımımıza olan sonsuz inancımızı yinelemek istiyorum.

Yine inanacağız ve yine başaracağız.

14 Eylül 2010 Salı

Şövalyeler sahne alıyor

Bizimle birlikte küme düşmüştü Sevilla da,Bizden 1 sene önce çıktılar La Liga’ya, biz ise Kayseri Erciyes‘in mütemadiyen ve her nasılsa son dakikalarda attığı goller karşısında 1 sene daha 2A’da nöbet tutmuştuk,Onlar 2 sene UEFA’yı aldılar çıktıktan sonra biz ise olamayacak denen bir şeyi gerçekleştirdik ve ŞAMPİYON olduk,bugün ise bu ülkeyi Şampiyonlar Liginde temsil edeceğiz…

Acılar yaşanmadıkça olgunlaşılmıyor…
Domates’in kızıllaşması için ille de o sıcağı görmesi gerekiyor..
Biz de yaşadık ve gittikçe de olgunlaşıyoruz..


İktisat’ta Konjonktürel Eğriler diye bir kavram öğretmişlerdi..Ekonominin seyrini de bir eğri düzeneğine benzetebiliriz..AŞAĞI VE YUKARI..Dibin daha dibi yoktur..Tıpkı tavanın daha da üstü olmadığı gibi,Biz Sakarya’da Samsun’u yenip küme düştüğümüz gün DİP nedir anladık..sonra ki 2 sene ise yaşadık…Bugün ise ders aldık ve akıllandık…

Raşit Çetiner-Engin İpekoğlu hocalara teşekkür etmeli,Aybaba geldi bir de KURTAR Hoca.. Her ikisini de BİZ YOLLADIK TARAFTARLAR OLARAK ve Yönetim yapması gereken doğru seçeneği yapıp doğru hocayı buldu,KURTAR DURUŞ’undan sonra SAĞLAM DURUŞ’u gördük.Düştüğümüz gün Türkiye’de FLAŞ HABERdik tüm tv kanallarında,“BURSASPOR KÜME DÜŞTÜ”…Olamaz denen şey başımıza gelmişti,O takımı sırtlananlardan Levent Başkan, Valencia maçında tribünde olacak bugün Türk Futbolunun PATRONU olarak,O takım ise Valencia karşısında DÜNYA FUTBOL SAHNESİNE adım atacak SAĞLAM HOCA’nın patronajında….

Her şeyde bir HAYIR olabilir ama biz göremeyiz…Dikkat buyurunuz;O gün Levent Başkan çok sevdiği takımının başından küfürlerle yollanmasaydı bugün Türk Futbolunun patronu olamayabilirdi..O takım ise küme düşmeseydi belki bugün Bank Asya’da olurdu Şampiyonlar Ligi yerine…

Bu gece de inanıyorum ki UEFA ve Avrupa haber ajansları flaş haber geçecekler,“VALENCIA KNOCK OUT” diye…
Bu manyak takım, Bu patronaj ve bu taraftara ilaveten 60 küsür milyonun dualarıyla değil Bursa’yı, Türkiye’yi BAYRAM yerine çevirecek gibi geliyor…ŞÖVALYELER GİBİ ÇARPIŞACAK!Yarasaların en büyük dezavantajları ise Volkan’la Ozan’ı fark ettiler ama Sercan henüz dağarcıklarında yer etmemiş gibi geliyor bana..Onu tanımıyorlar..Bir de Kaptan Ömer'i,Faturayı ise kesse kesse Ivankov keser,bu gece yalnız Bursaspor sahne almayacak.biz de sahne alacağız taraftarlar olarak.TEKSAS ismini kazımamız lazım milyonlarca tv izleyicisinin belleğine..Ve elimize dilimize sahip olmalıyız,Hele hele İspanyol marşı çalınırken sakın ama sakın ıslıklamayalım,Asiller asil gibi davranırlar,aptallar aptal gibi,biz de ŞÖVALYELER gibi olalım, çapulcular gibi değil...

VE HEP BERABER HAYKIRACAĞIZ
2010 YILINDA
ŞAMPİYONLAR LİGİNDE
REAL MADRID'E
KAÇMA MADRİD BEKLE BİZ GELİYORUZ…

13 Eylül 2010 Pazartesi

Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor!



12 Dev Adam Dünya 2.'si olarak bizi gururlandırdı. Kevin Durant gibi üstün yetenekli basketbol dehasını canlı olarak seyretme şansına sahip olduk. Arkamıza aldığımız bu pozitif güçle basketbolumuzun ilerlemesi için çok daha fazla çalışmamız lazım. Bütün yükü sadece federasyona yüklemek yanlış olur. Herkesin taşın altına elini sokması gerekiyor. Bence en büyük görevde sponsor ve taraftarlara düşüyor. Taraftalar maçlara gelip tribünleri doldurarak takımlarının yanında olacak bu ilgiyi gören sponsor firmalarda, kulüplerimize maddi destek sağlayacak.

Günlük hayatımızın her alanına girmiş bu tezahürat bana göre ilk kez dün gece bu kadar yoğun anlamlar içerdi. Rüyanın finalinde karşımıza çıkan Birleşik Devletler'e nasıl oynanması gerekiyorsa öyle oynadık, öyle ki bu takıma ilk yarıda hızlı hücum sayısı attırmadık. Fakat ikinci yarıda hem fiziksel hem de kafa olarak koptuk sahadan ki bu da dün yaşanan adrenalinin ardından beklenen bir senaryoydu. Ülkemizde düzenlediğimiz bu şampiyonada elde ettiğimiz bu ikincilik yıllardır belirlenen hedefleri fazlasıyla sağlamış olsa da buranın yolun sonu değil, yeni yolumuzun başlangıcı olduğunu gösteren yeni bir haritaya ihtiyacımız var. Bu potansiyelimizi gösterip, Avrupa'nın bir numarası olmayı başardık. Konuşulacak çok şey var elbette ama zaman sıkıntımız da yok. Şimdilik bu dev yüreklere, emeği geçen herkese kocaman kocaman teşekkürlerimizi sunma vaktidir: TÜRKİYE SİZİNLE GURUR DUYUYOR!

8 Eylül 2010 Çarşamba

Yarı Finaldeyiz!!!


Hesap kapatma şampiyonamızda sıra Slovenya'daydı. Şu ana kadar sadece Birleşik Devletler'e kaybeden, turnuvanın en olumlu basketbolu oynayan takımlarından biri olan Slovenya'daydı. Maç öncesinde konuştuğumuz herşeyi kağıt üstünde bırakan bir devre oynadık yine. İnsanüstü ortalamalarla Slovenya potasına tam 50 sayı yollayıp sadece 31 sayıya izin verdik ve yirmi dakika sonunda fişi çekmiş olduk böylece. %67 sahaiçi isabeti, 24 asist/9 top kaybı yaparken devrede bitirdiğimiz maçta %35 isabete izin vererek 68 sayı yemek. Normal şartlar altında açıklanabilecek birşey değil bu. Bizim takımımızda bu turnuvada, kendi taraftarı önünde normal oynamıyor zaten. Fildişi Sahili maçında yapılan ilk hava atışından itibaren büyüyoruz, önümüze geleni rüzgarımıza katıp sürüklüyoruz. 12 oyuncuyla birlikte teknik ekip sahaya kocaman bir yürek koyuyorlar. Aynı anda aynı şeyi düşünen, birlikte hareket eden kocaman bir yürek. Oynanan oyun, tercihler, yapılanlar/yapılmayanlar hepsini bir yana bırakma vaktidir artık. Dünya Şampiyonası'nda son dörtteyiz, keyfini çıkaralım!

Hidayet'in maç sonunda Irmak Kazuk'a dediği gibi: 'Hocam nasıl sakin olalım ya,
manyak mısın sen?'

6 Eylül 2010 Pazartesi

Türkiye: 95 - Fransa: 77 (12 Yürekli Adam Çeyrek Finalde

Her maç öncesi taktik tahtası ele alınır, neyin nasıl yapılması gerektiği yazılır ve istihbarat işkencesi gibi maçtan 24 saat önce beyin yıkar gibi oyuncuların aklına kazınır. Ama bir taktik bu kadar barizken bir daha bu kadar güzel uygulanır mı bilinmez. Tony Parker yokken yönetmekten daha ziyade üretmek üzerine programlanmış De Colo ve Batum'a baskı yapıp, alan savunmasıyla Fransa'yı dış şutlara zorlayarak hücum potansiyellerini sıfıra indirmek, savunmada da onlardan daha hızlı geriye koşup, takım olarak karıştıracakları pota altında savunma ribaundlarına dikkat etmek gerekiyordu. İşte aynen böyle oldu. Çok istekli ama biraz tedirgin başladık. İlk dakikalardaki telaş zaman ilerledikçe yerini soğukkanlılığa bırakınca da fark kendiliğinden açıldı. Ömer ve Kerem'in nefes almaksızın yaptığı baskı, içerde de uzunlarımızın gladyatör misali savaşı Fransızlar'ın tek umudu olan "erken öne geçerek rakibi telaşa sokma" silahını da daha emniyetini açamadan yerle bir etmemize sebep oldu. Devredeki 7-1 top çalma üstünlüğümüz bu baskının meyvesiydi.

İlk çeyrekte Ali Traore ve Mahinmi'nin de 2 faule ulaşması ikinci çeyrekte boyalı bölgeyi çok daha rahat kullanmamıza sebep oldu. Sadece tabloya bakarak bile orayı ne kadar etkili kullandığımızı görmek mümkün..

Maçın adamı Sinan Güler'e değinmeden geçmek olmaz. Maça girdiği andan itibaren takıma kattığı enerji kabak gibi ortadaydı. Üzerindeki Türkiye formasını çıkarıp Fransa formasını giyse rakibe tam olarak uyum sağlayabilirdi ama onlara cevap vermemizin bir yolu da oyunu onlar gibi oynayabilen oyuncuları sahaya sürmekti. Baktığımız zaman (İhsan Bayülken gibi bakarak) Sinan Güler dışında da bu tanıma uyan pek oyuncu yoktu. Onlar kadar hızlı, atletik, baskı yapabilen, geriye koşabilen, hızlı hücuma çıkıp orada kalmayan bir Sinan Güler maçın kilidiydi. Belki kilidi açan o olmadı ama farkı 20'nin üzerinde tutan tampon görevini gördü. 17 dakikada 8/10 isabetle 18 sayı üreterek maçın adamı oldu. Hücumda sıkıştığımız anların hep kurtarıcısıydı. Sadece Sinan değil tüm takım yüreğini ortaya koydu. Hepsine helal olsun. Çeyrek finaldeki rakibimiz Slovenya. Turnuvanın en komplike takımlarından biri ki bu maç için detaylı bir yorum maç öncesi gelecek. Bu saatten sonra madalya değil yarı final bile gelmese hepsine helal olsun. Bizim istediğimiz madalya değil yürekti, onu da fazlasıyla gösterdiler.

5 Eylül 2010 Pazar

Mesele Madalya Değil Yürek Meselesi

Türkiye Basketbol Federasyonu'nun tabiriyle "tamamlanan" ama nasıl tamamlandığı konusunda pek fazla vurgu yapılmayan Beko Supercup sonrası ben de sağlıklı düşünebilen tüm basketbolseverler gibi dehşete düştüm. Arka arkaya alınan üç yenilgiden daha moral bozucu olan sahada ne yaptığını bilmeyen, bu turnuvaya hangi amaçla katıldığı parkenin üzerinde kesinlikle anlaşılmayan, sinirlerini aldırmış ay yıldızlı kafilenin yaptıklarıydı. Tepeden tırnağa bu konuya değineceğim ama önce basketbolun güzel taraflarına değinmek istiyorum.

Bugün Slovenya - İspanya maçını izleme şansı buldum. 2 gün önce İspanya'da rakibinden 20 sayı fark yiyen Slovenya, yeni salonunun açılış maçında İspanyolları elinden kaçırdı ve uzatmada 72-79 mağlup oldu. Almanya - Türkiye maçından 1 gün sonra bu maçı izleyince milli takımımızın bambaşka bir dünyada basketbol oynadığını da rahatlıkla gördüm. Dün Semih Erden sırtı dönük karşı sahaya top getirirken dünya basketboluna kazandırdığımız ilginçliklerle beraber maçı izlemeyi bırakmıştım. Bıraktığım yerden bu güzel mücadeleye devam etmek gerçekten iyi geldi. Slovenya Lorbek ve Smodis'in yokluğunda pota altındaki zayıflığını bilerek o bölgeyi müthiş kapattı. Top havuza düştüğünde ribaundu alsalar dahi alkışlanacak Lakovic - Dragic - Becirovic üçlüsünden Dragic'i bir ara Reyes'i bloklarken gördüm. Bütün kısalar yardıma geldiler ve takım savunmasıyla İspanya'nın o bölgede Marc Gasol - Reyes - Vazquez üçlüsü ile kurmaya çalıştığı üstünlüğü paramparça ettiler. Scariolo da her ne kadar uzunları istikrarsız olsa da öldürücü kısalara sahip Slovenya'ya karşı savunma ağırlıklı bir beşle sahaya çıkıp öncelikle onları durdurmayı planlamıştı. Maçın belli bölümlerinde Calderon, Suarez , Garbajosa gibi hücum yönü ağırlıklı oyuncular sahada olduğunda İspanya bir ara 9 sayı geriye düştü ama maçı tamamladığı savunma ağırlıklı beşiyle maçı kazanmasını bildi. Maçın sonunda arka arkaya kazanılan iki topla gelen fast breakler zaten bu galibiyetin mimarıydı. Ama bu maçı İspanya'nın kazandığını söylemek Slovenya performansına haksızlık olur. Mükemmel mücadele ettiler, mükemmel oynadılar. Sanki evlerinde dünya şampiyonası düzenleyip finale çıkmış gibiydiler. Ama maçın sonlarına doğru bireysel hücumlara dönmeleri ve bütün maç devam ettirdikleri pas trafiğini azaltmaları kaçırdıkları serbest atışlarla beraber onların eforunu boşa çıkardı. Slokar ve Nachbar'ın düşük performansına, Vidmar'ın kötü serbest atışlarını eklersek faturanın bir kısmını havale etmiş olurum sanırım. Son üç dakikada topa atlayan Rubio ve Vidmar vardı sahada. Hem de sakatlanma pahasına. Aynı, maç sonunda üç gün önce rakibine 20 sayı fark atan İspanya'da Mumbru'nun yumruğunu havaya kaldırıp sevindiğinde duyduğu heyecanı gösterir şekilde.

İşte tam o anlarda biraz daha yukarılarda Almanya'nın yeni genç projesi Türkiye ile antrenman maçı yapıyordu. Nowitzki'nin gelmeyişini "Sağlık olsun"diyerek geçen ve genç potansiyelleriyle devam eden Almanlar karşısında milli takımımızın moral galibiyeti alacağını düşünmüştük. Hatta ben maç öncesi bu takıma çift haneden az fark atarsak bunun bile başarısızlık olacağını düşünmüştüm. Maç sonunda ise çift hanelerle mağlup olan bir milli takım vardı sahada. Maç içindeki tercihler, oyuncuların oynadıkları pozisyonlar benim için arka planda. Öncelikle yaşadığım hayalkırıklığını ifade etmek istiyorum.

Her turnuva öncesi asan, kesen, daha hazırlık kampı başlamadan ilk 3'e giren ve giderek devleşen(!) bir basketbol anlayışımız var. Türkiye liginde bile performansı ortalama olan Semih Erden'i "NBA Yıldızı", 5-6 yıldır yeteneklerini bir adım ileriye götüremeyen Cenk Akyol'u "Genç Yıldız", Hidayet Türkoğlu'nu"Hido" diye okuyan basketbol anlayışımızla aynı paralelde. 6 yıldır kendisine gösterilen sabıra rağmen yetenekli bir jenerasyonun üzerine inadıyla harç döken Tanjevic ve eleştirilere zerre kadar açık olmayan Turgay Demirel de bu piramidin en önemli taşları.

Aslında milli takımdaki kadro tercihleri konusunda pek fazla yorum yapmamayı tercih ediyordum ama son yaşananlardan sonra susmak hem ülke basketboluna, hem de kendime ihanet olurdu. Benim yaşımdan daha uzun bir süre koçluk kariyeri olan Tanjevic'i teknik konularda eleştirerek hiçbir zaman komik duruma düşmek istemedim. (Eleştirenlere kesinlikle komik demiyorum, sadece bu konulardaki bilgimin azlığından kendim için kullanıyorum bu ifadeyi) Ama bütün bir seneyi cezalı olarak geçiren Kerem Gönlüm, son dönemde takımla bile antrenmana çıkamayan Ömer Aşık, 6 yıldır basketbol adına yaptıkları sözleşmeli bir öğretmenin veya emekli bir memurun basketbol adına yaptıklarından fazla olmayan Cenk Akyol bu kadar süre bulurken sezonun en flaş ismi Evren Büker'in forma bulamaması utanç verici bir durumdur. Üstelik de Engin Atsür sakatlanmış, Ender ve Kerem Tunçeri takıma pozitif anlamda hiçbir şekilde liderlik edemiyorken. Açıkçası ne Cenk'e ne de bir başkasına kızamıyorum. Ben de Cenk'in yerinde olsam bütün sene kafama göre takılır, normal antrenmanlarımı yapardım. Ne durumda olursa olsun milli takıma seçileceğini bilen bir oyuncudan, üstelik de Cenk Akyol kafasındayken özel bir şeyler yapmasını beklemek hayalcilik olur.

Dün takvim yaprakları 15 Ağustos'u gösteriyordu. Yani evimizde yapılacak şampiyonaya 13 gün kaldığını ifade ediyor bu tarih. Aynı zamanda rakipler artık son eksiklerini giderirken Tanjevic'in şampiyonada karşısına çıkabilecek rakipler karşısında deneme yanılma yaparak 5 uzunla takımını sahaya sürdüğü tarihti bu. Ne yaptığını veya başka bir deyişle "ne yaptırıldığını" bilmez milli takımımızı izlerken utandık. Takım içinde Ömer Onan, Sinan Güler gibi direnen, birşeyler yapma uğraşında olan oyuncuların haricinde birçok oyuncumuz "Biz neden burdayız, iki şut çekelim de gidelim" havasındaydı. Asla skor yazarlığı yapmadım, bundan sonra da yapmayı düşünmüyorum. İşte bu yüzden alınan sonuçlar benim umurumda değil. Bu mantaliteyle Almanya'yı yenmiş olsaydık da aynı satırları karalayacaktım.

Kesinlikle ne olduğumuzu, hangi seviyede olduğumuzu bilmiyoruz. Millet olarak sürekli pohpohlanmayı seven, gazla çalışan bir yapımız var. Takımımız şu haldeyken bile 12 dev adam müziğini verdiğimiz anda şampiyonluğa inanacak milyonlarca insan var. İşte bu yüzden Avrupa olduğumuzu, hatta Avrupa'nın bile hangi noktasında olduğumuzu unutup ABD gibi basketbol oynamaya çalışıyoruz. Turnuva öncesi biri Cenk Akyol'un kulağına "Baba sen Atlanta'nın oyuncususun. Sağdan soldan bir iki vur, kaldır at. Senden iyi bunu yapacak adam mı var takımda." diye fısıldadıysa sanırım bunun neye malolacağını hesaplamadı. Veya Kerem Gönlüm'e "Dostum bayadır oynamıyorsun, uzak mesafe falan tanıma şut çalış maç içinde." diyen insanla yakın bir dost olmalı. Mütevazi Slovenya bile 20 saniye top çevirip Vidmar'ı İspanya pota altında kullanmaya çalışırken, Avrupa ve Dünya şampiyonu İspanya'da Rubio Reyes'i pozisyon almadığı için fırçalarken biz ikinci pasta potaya kaldırıp üçlük atıyoruz. Çünkü pota altı göçmüş bir Litvanya karşısında pota altını zorlayacak temel bir maç planımız yok. Veya Türk yüreğiyle dışardan şut bulabilen uzunu Ömer Aşık'a emanet edebiliyoruz. Kenarda Evren Büker adalete olan inancını yitirmek üzereyken Cenk Akyol'un çakma Dwyane Wade hareketlerine tahammül edebiliyoruz. Bir nesil Nowitzki'nin nasıl milli takımını sahiplendiğini izleyerek büyürken yeni nesil Hidayet'in milli coşkulu reklamlarından sonra maç içinde nasıl Sprite reklamı çektiğini izliyor. Ve bir çok örnek daha.

İşte bu yüzden hazırlık maçlarındaki skorlar benim umurumda değil. Barcelona'da yedeklikten baygınlık geçiren Lakovic'le, sakatlıktan perte çıkmak üzere olan Becirovic'le, sırf Olimpija'dan kurtulmak için Siena benchinde çürümeye razı olan Slokar'la, Efes Pilsen'de Ergin Ataman'ın psikolojik ve taktiksel işkencesine maruz kalan Nachbar'la, Fenerbahçe Ülker'de taşlanarak infaz edilmesi tahkimden dönen Vidmar'la ve diğer orta seviye oyuncularıyla İspanya'ya kafa tutup aslanlar gibi milli formasını ıslatan Slovenya'yı gördükçe, TBL'e gelse basın tarafından ikinci gün "İlk 2'ye giremez" etiketi yapıştırılacak yeni Rusya'nın savaşını, Çin'in isteğini ve herşeye rağmen mücadelesini gördükçe bu skorlar umurumda bile olmuyor. İnanın madalya falan da umurumda değil. Çıkıp binlerce vatandaşınızın önünde aslanlar gibi mücadele edip yenilseniz de biz sizi ayakta avucumuz patlayıncaya kadar alkışlarız. Ama bu vurdumduymaz tavrınız bizi kahrediyor. Küçümsediğiniz, küçümsediğimiz Vidmar gibi yerden yere atlayın, siz yenilseniz de biz sizi "12 Dev Adam" diye çağırırız. Ama şu anda hiçbiriniz dev falan değilsiniz. 2001 Hidayet'i devdi, 2010 Hidayet'i henüz değil.

Bu söylediklerim hazırlık maçlarının ardından saldırıya geçen skor saldırganlarının tavrı gibi algılanmasın lütfen. Bazıları kendinde olmasa da lütfen siz kendinize gelin 12 Uzun Adam. Milyonlar size inanmışken bu kadar salıvermeye hakkınız yok. Çünkü Tanjevic 1 ay sonra Roma'da bir cafede oturup purosunu yakarken A Milli Takımla ilgili özeleştiri yapmayıp Boniciolli ile yeni sezonun planını yapacak. Kimse ona kaybolan 6-7 yılın hesabını soramayacak. O bir sonraki şampiyonada yine protokol tribününde otururken bu milletin bir daha kendi takımını evinde izleme şansı belki de 40-50 yıl olmayacak. Biz sizden madalya istemiyoruz, savaşın, sahada ne yapmaya çalıştığınızı görelim yeter, gerisini biz halledeceğiz.

3 Eylül 2010 Cuma

2010 Fiba Dünya Şampiyonası Türkiye


Gerçek turnuva şimdi başlıyor. Eşleşmeleri takip etmek için resmi site güzel bir tablo hazırlamış.