31 Aralık 2012 Pazartesi

2012

..benim için gerçekten çok zor bir yıl oldun. Üzüntülerim, yaşadığım acı tecrübeler, hastalıklar, düş kırıklıkları hepsi birer birer hayatıma ekledin. Şimdi hepsini bırakıyorum seninle. Ama teşekkür ederim bunları yaşamasaydım inan şimdi daha huzurlu, daha olgun bi birey olamazdım. İnsan ilişkilerimi gözden geçirmemi sağlayıp, herkese güvenmemem gerektiğini herkesi kendim gibi sanmamam gerektiğini öğrettin. Zora düştüğümde, yardıma ihtiyacım olduğunda aslında bana yardım edecek tek kişinin yine ben olduğumu öğrendim. Birçok konuda yaptığım fedakarlıkların ne kadar boş olduğunu, yapılan haksızlıklar karşısında günlerce kahrolmanın sadece bana zarar verdiğini gördüm. İnsanların 5 yaşındaki yardıma ihtiyacı olan bir çocuğa bile kayıtsız kalacak kadar taş kalpli olduklarını gördüm. Hayatımın en radikal kararlarını vermek zorunda bıraksan da beni, 2013'e yüksek beklentiler, idealler ve aşkla girmemi sağladığını için teşekkürler 2012...
yeni yılda istediğiniz her şeyin gerçekleşmesi dileğiyle.. Geleceğinizi oluşturacak her yeni gün bir önceki günden daha güzel, isteklerinize uygun ve sizi mutlu edecek şekilde olsun! 2013 yılına girerken sevgi ve barış diliyoruz. Savaşların, acıların ve felaketlerin, geçip giden koca bir yıl gibi geride kalması umuduyla..

29 Aralık 2012 Cumartesi

Hoşçakal Sercan

2011 yaz aylarından kalma bir fotoğraf... Malum bugünün konusu Sercan...Tam yerine rast geldi manzara koyduk durumu olsun.Vatan gazetesinde Fatih Terim'in ağzından şu sözler yer aldı: "Sercan idmana alkollü geldi. Eskiden böyle olmazdı.Benzer olay Ümit Karan’da yaşanmıştı. Ben karışmadan Hakan ve Bülent olayı halletti. Şimdiki kaptanlarımız küs, konuşmuyorlar.” Sonra Fatih Hoca taaa Puket Adası'ndaki tatilinden basın açıklaması yapmak zorunda kaldı.Sercan twitter'dan hocasına teşekkür etti. Filan filan filan. Sercan idmana alkollü gitmiş midir gitmemiş midir bilemem... Ama böyle bir fotoğrafı varsa insanın alkolü de seviyordur algısı oluşuyor beyinlerde. Şapka kenarı rakı, pipetle ağza servis... Çok yaratıcı doğrusu...

Sercan'ın Bursa'da ne durumlarda olduğunu zaten hangi Bursalı'ya sorsak bilir, alışılagelmiş varoş içgüdüsünü bir türlü terkedemeyen Sercan için görünen o ki futbol nerdeyse bitme noktasına gelmiş. Sercan hala cebelleşiyor, barlarda, clublarda performans artmadığı gibi düşüyor da. Bence Galatasaray son büyük şansıydı, zira kendisinde Burak Yılmaz misali Galatasaray'dan Manisa'ya düşeyim, ordan Beşiktaş'a çıkayım, ordan Eskişehir'e düşeyim, Eskişehir'den Trabzon'a yatay geçiş yapayım sonra Fener'e çıkayım hırsını da göremiyorum.  Türk futbolunda kendini harcamış bir yıldız adayıdır artık Sercan. Bu sezon en fazla 5 kez daha giyer o formayı sonrası anadolu kapılarını zorlama ve Malazgirt savaşı başlar Sercan için. Hoşçakal Sercan, Türk futbolu seni yıldız olacak sanmıştı sen balon oldun.

24 Ekim 2012 Çarşamba

Nuri ve Oğlu


Şöyle bi fotoğraf karesine sahip olmak için neler vermezdim...
Huzurlarınızda Nuri Şahin ve Oğlu Ömer! :)

23 Ekim 2012 Salı

Gece gece düşününce



..hep aydınlık yüzün sen gündüzdün biz hep gece geçtik kapından.hep ışıklı yüzün sen yıldızdın biz hep gece düştük yollara.sen daha düşlerini kolunda derin yalnız uyurken sen gün olup doğmadan usulca gelip öptük saçından.

Yarın iş var, uzun uzun fabrika kokusu, sesi, görüntüsü bekliyor beni. Bu şarkıya dün rastladım sanırım. Ya da daha önceki gün, her neyse, ne fark eder? Çok hoş şarkılar var şu hayatta, söylüyorlar hem güzel güzel.. şimdi geldi aklıma, ben hep şöyle düşünürüm; adını duymadığım ya da duysam bile beklettiğim, okumadığım ne çok kitap vardır etrafımda. Filmler var hayran kalacağım ama beklettiğim. Kitaplık ötede, filmler orada, müzik bekliyor. Ben gözüm açık gideceğim o kesin.

Bazen yanımdaki kişi konuşurken, "sen kimsin" demek istiyorum. Birkaç kere dedim ama kırmadan tabii, dalgınlıkla, yavaşça :) Beraber güldük elbette. Zaten amacım neden üzmek olsun ki birini, boş boş bakıyorum, kafam karışıyor o kadar. Yiğit Özgür ne güzel anlatmış, çok seviyorum.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Superman Döndü


Los Angeles Lakers‘a sezon öncesi hazırlık maçları bir türlü yaramadı. Staples Center‘da dün gece çıktıkları Sacramento Kings mücadelesinden 99-92 mağlup ayrılan Lakers, 6 maç sonunda galibiyetle tanışamadı. Hazırlık karşılaşmaları kapsamında ligin tek galibiyetsiz ekibi olan eflatun-sarılılarda yaz döneminin bomba transferi Dwight Howard belindeki ameliyattan sonra ilk kez forma giydi. 32 dakika sahada kalan Superman, 19 sayı-12 ribaunt-4 blok’luk performans sergiledi. Kobe Bryant ise 21 sayı-5 asistle oynadı. 

Lakers, gelecek hafta start alacak sezon öncesi 24 Ekim’de LA Clippers, 25 Ekim’de Sacramento Kings ile oynayacak. Bakalım Howard Lakers'ın pota altı dominasyonunu sağlayabilecek mi göreceğiz?

12 Ekim 2012 Cuma

Öğrenilmiş çaresizlik! Türkiye 0 - 1 Romanya

Yine bize hüsran... Aslında çok da umutluyduk yine her zamanki gibi. Ve tabi yine her zamanki gibi olmadı. O kadar eksi yanımız var ki yazdıkça birşeyler çıkıyor. 


İlk olarak neden hala 4-5-1 ya da bunun türevi olan 4-2-3-1 oynamakta ısrar ediyoruz bunu anlamak zor. Yani Avrupa'nın en iyi takımlarından biriyiz diyoruz ancak halen kendi sahamızda vasat bir takım olan Romanya önünde bile tek forvetle sahaya çıkıyoruz. Tek forvet oynayabilecek bir oyuncu grubuna sahip olsak anlaşılabilir bir durum olacak ancak ben elimizdeki kadrounun özellikle de sistemin hücum bölgesi için uygun olduğunu düşünmüyorum. Estonya, Macaristan hatta Romanya gibi takımları böyle de yenersek sürpriz olmaz ama bu elimizdeki potansiyeli köreltmekten başka bir işe yaramıyor şu anda. Bu sistemde gol arayacak forvet dışındaki isimler daha farklı özelliklere sahip olmalılar. Biz 4-2-3-1 oynuyoruz ama sağ ileride gol arayan oyuncumuz Hamit Altıntop. Hamit iyi bir oyuncu olabilir ancak her yerde oynayabilecek kapasiteye ve bilgiye sahip olduğunu düşünmüyorum. Orta sahanın kenarlarındaki isimler bu sistemde hücumda içeri kat edemedikten, gol arayamadıktan, pozisyona giremedikten sonra tüm yükü forvette bekleyen oyuncu çekiyor ki ondan da şapkadan tavşan çıkarmasını beklemek, en azından her maç için düşünürsek haksızlık olacaktır. 

Diğer bir konu orta sahamızdaki gariplikler. Evet Mehmet Topal becerikli bir isim ama oyunun sadece savunma yönünde var oldukça ne kendine bir faydası var ne de oynadığı takımlara. Her oyuncu becerikli olup, çalıp atıp, adam eksiltecek diye birşey yok ama biraz daha top bizdeyken olumlu oynaması gerekiyor artık. Olumludan kastım da bir anda hücum ederken karşısında bir adam görüp topa basıp geri ya da yana dönmesi değil tabi. Ya da Mehmet Topal kapanan, iyi basan Romanya orta sahası karşısında etkisiz kalıyorsa, oyunun iki yönünü daha dengeli oynayan biri girmeli. İlla bir oyuncu değişikliği için ilk yarınnı bitmesi gerekmiyor sonuçta. Dün Emre Belözoğlu olmasaydı özellikle ilk yarıda (tabi Selçuk'un da kadroda olmayışını göz önüne alarak konuşuyoruz) Topal'ın yanında muhtemelen Nuri oynayacaktı ki o zaman çok daha vahim bir durum ortaya çıkcaktı. Kendisiyle ilgili çok sevimli şeyler düşünmesem de keşke Emre gibi bir ya da birkaç oyuncumuz daha olsa. Orta sahada tüm hücumu başlatma görevi Emre'ye kalıyor. Doğal olarak rakip de buna engel olunca hücuma çıkmakta çok zorlanıyoruz. Burada hücum yönü biraz daha kuvvetli bir partnere sahip olsa hem Emre hem de milli takımımız rahatlayacak. Oyunu ileriye taşıyacak alternatif bir ismimiz malesef yok. 

Bir eksiğimiz de takımın saha içinde ben bir lideri olduğuna inanmıyorum. Liderden kasıt oyuna saha içnde müdahale edecek bir isim. Teknik patron kenardan taktikleri verir evet ama bazen de oyuncuların insiyatif alması gerekir. 1,83'lük Chiriches, 1,94'lük Goian ve 1,88'lik Tamas'ın yer aldığı savunmaya açtığımız ortanın haddi hesabı yok. Romanya aslında 3 ağır ve uzun boylu isimle sahaya çıkarak daha baştan belli etti çok ileriye de çıkma niyeti olmadığını. Biz de onlara yardım etmek için çizgiye inip orta açma sevdasıyla oynadık. 4-2-3-1'i biraz orta kafa gol oynamaya benzetiyoruz galiba.

Romanya'dan da biraz bahsetmek lazım. İyi çalışıp gelmişler. İyi bastılar, fizik olarak da bizden daha iyi olduklarını gördük. Özellikle orta sahada oyun kurmamıza izin vermeyip, hızlı hücumlarla gol aradılar. Golü de Volkan'ın da büyük katkısıyla böyle buldular ve puanlarını 9'a çıkardılar.

2014 şansımız bitmese de çok çok azaldı diyebiliriz. Önümüzde Macaristan ve Andorra deplasmanları var. Ardından kendi sahamızda yeniden Macaristan'la karşılaıyoruz. Bu 3 karşılaşmada 9 puan yapamazsak ben 2014'te yer alabileceğimizi düşünmüyorum. Tabi Romanya'nın da Hollanda önünde sürpriz yapmamasını ummaktan başka elden birşey gelmiyor.

11 Ekim 2012 Perşembe

Minority Report



Minority Report'un herkesin gözlerinin her an tarandığı ve herkesin her an gözlendiği yüksek teknolojili dünyasında, insanların suç işleyeceği önceden belirleniyor ve de bu insanlar suç işlemeden önce yakalanabiliyor. Fakat bu kusursuz olduğu söylenen teknoloji sırtını kehanetlere yaslıyor ve kaderci bir tutuma sahip. Suç işlemeyeceğini ispatlamak isteyen John karakteri ise her şeyin kontrol altında olduğu ve izlendiği bu dünyada masumiyetini ispatlamaya çalışıyor.

"Göz", filmde izlenen-takip eden ilişkisini çok güzel betimleyen bir sembol. Benim de filmde en çok etkilendiğim sahne, teknolojinin her daim herkesi izleyen gözünü alt etmeye çalışmak için göz naklinin gerçekleşmesi. Minority Report, abartı aksiyon ve efekt sahnelerini sevmesem de gözetim toplumu üzerine söz sahibi bir film. Tavsiye ederim.


8 Ekim 2012 Pazartesi

O An!

Sen istesen de istemesen de geçmişin seninle yüzleşiyor .
Hiç umulmadık zamanlarda , beklenmedik anlarda
Hiç aklına bile gelmeyecek kişilerle karşılaşıveriyorsun.
Yıllar önce sustum , yıllar sonra yazıyorum 
Aslında susmaya başladığımdan beri yazıyorum
Yazarak bağırıyorum,çığlık atıyorum,konuşuyorum,haykırıyorum artık.
Susuyorum ve yazıyorum
Yazıyorum,yazıyorum,yazıyorum 

Beni zorla susturmaya mahkum eden bir hikayem var 
Ama aynı zamanda da beynimden sildiğim hikayem ...
Bu hikayenin içinde olan kahramanlardan biri bana tekrardan herşeyi hatırlatıverdi tesadüfen karşılaşmamızda
Herşeyde esas olan niyettir
Niyet neydi ?
Bende bilmiyorum.


Perde kapandı , oyun bitti
Artık oynamıyorum .
Ve oyun bittiğinden beri
O an bir daha yaşanmadı..
O an bir daha yaşanmayacak...

7 Ekim 2012 Pazar

Memnun Oldum


bundan nereden baksan 10 yıl kadar önce üniversiteye kayıt olurken tanımadığım 30 küsür yaşında bir adam bana aynen şunu dedi: ''günün birinde, belki 27 yaşına geldiğinde, insanları kitap gibi okuyacaksın. kim ne diyor, onu derken aslında ne demek istiyor anlayacaksın.''

konu buraya neden ve nereden gelmişti, bu lafı satmak için neden beni seçmişti ve neden 27'yi söylediğini bilmiyorum. Fakat şimdi 27 yaşındayım, bahsi geçen olgunluğa az çok eriştiğimi düşünüyorum ''yılların tecrübesi''yle, büyük konuşmuş olmak istemem. Bildiğim ve son zamanlarda aklıma düşüp duran şeyse şu; dostluk denen şey en basit tanımıyla karşındakini tanıdığına pişman olmamak ve daha da önemlisi karşındakini seni tanıdığına pişman etmemek üzerine kuruluyor. Belki de sadece buna dikkat etmek yeterli, gerisi geliyor.çoğu zaman birileriyle tanışırken ''memnun oldum'' demeyi saçma bulmuşumdur zira o an sadece adını öğreniyorum. ''tanışmak'' ise ayrı bir hikaye.

''merhaba'' demeyi yeğlerim, sonrasını zaman gösteriyor.

13 Eylül 2012 Perşembe

Galiba

Galiba, sadece bilmek, yada yöntemini bulmak, güçlü olduğuna kendini inandırmak, sonsuz mutluluk arayışının sadece masallarda kalması gerekliliği ve hayatın sürekliliği içinde kusurlu, hatalı, eksik, hüzünlü, korkulu, güvensiz... Kısaca “olumsuz” olarak taşıdığımız yanlarımızın da bizim olduğunu, belkide bazılarını sadece kabullenmemiz gerektiğini mi anlamalıyız acaba? Acaba zaten olmak istediğimiz insanın içimizdeki sesi, hayatımızın akışında yapmak zorunda olduklarımıza kızgınlığı, her yenilgiyi kabullenişimizi yada her yanlışımızı düzeltemeyişimizde bize olan anlayışsızlığı, sürekli bir bahane bulup ertelediğimizi söyleyip durması, bir yerde bizim bile kendimizi aslında tam olarak anlayamadığımız gerçeği midir? İdeallerimizi doğru bir şekilde biçip dikecek kadar ustamıdır ki bu benlik? Belkide kendi kendimize koyduğumuz, hep bizden bir adım ileride, hep bizden bir adım daha iyi, hep bizden daha güçlü olan bu benlik midir aslında mutsuzluğumuzun sebebi? 

O hep dürüstlük ister, hep aşkı o bilir, o hep sabırlıdır, o hep nerde ne yapılması gerektiğini biliyordur, her fırsatını bulduğunda davranışlarımızı sorgulayan, her hayal ürünüyle kendini besleyip, bizim gerçekliğimize bu hayalleri dayatıp duran bu benlik gereğinden fazla ukala gelmeye başladı bana artık. Onu ben besledim gerçi, çocukluğumdan beri sığınıp durduğum kitaplarım, müziklerim, ayakkabılarım, hayallerim, kendimi yaşamak zorunda saydığım tüm olumsuzluklar her üzerime geldiğinde hep ben ona sığındım. "Aslıma"... Ben onu ne kadar yaşıyorsam o kadar mutluydum. Bazen yapmak zorunda olduklarıma tahammülü yok! Davranış biçimlerine, söz söyleme sanatına, söz söylememe bilgeliğine ve daha birçok "biçim"e çok kızgın... Anı yaşa diyip duruyor bana, oysa benim binlerce sorum var gelecekle ilgili... Kızıyor bana... Endişelerimi haksız buluyor, sabırsızlığımı anlamıyor, korkularıma gülüyor... Bilmiyorum... Bilemiyorum....


29 Haziran 2012 Cuma

Mario Balotelli

Küçük, akılsız Robin Hood
İki yaşında öz anne-babasından ayrılan Afrika kökenli bir İtalyan o. Kimine göre aptal ve tek derdi eğlenmek olan bir çocuk, kimine göre umursamaz bir ergen, kimine göreyse postmodern bir Robin Hood. Ama herkes, futbol sahasına çıktığında ve en önemlisi oynamak istediğinde Mario Balotelli’nin önünde durabilecek kimse olmadığı konusunda hemfikir.

Thomas ve Rose Barwuah çifti, 1990 yılının 12 Ağustos günü ilk kez kucakladıkları çocukları için elbette farklı bir gelecek düşlüyordu. Ancak Gana göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Sicilya’da hayata gözlerini açan Mario, bağırsağındaki rahatsızlık nedeniyle hayatının ilk iki yılını yaşam mücadelesiyle geçirdi. 1992 ilkbaharında Brescia’ya taşınan aile, iki yılın sonunda Mario’nun hayatla kavgasına daha fazla destek veremez duruma geldiğinde, Sosyal Hizmetler Servisi’nin kapısını çaldı. Bürokratik sürecin sonunda, metal işçisi Thomas Barwuah ve eşi Rose’a, yakın zamanda yeni bir operasyon geçirmiş Mario’nun evlatlık olarak başka bir aileye teslim edilmesi önerildi.
Baba Barwuah, daha sonra o günleri anlatırken “Başta emin değildik, ancak biraz düşününce bunun Mario için daha iyi olacağına karar verdik. İşleri yoluna koyarsak, kısa süre sonra geri alabiliriz diye düşündük” derken istemeden de olsa çocuklarının ellerinden kayıp gitmesine izin verdiklerini söyleyecekti.
Kayıp zamanların acısı
Ancak işler pek de Barwuah’ların beklediği gibi gelişmedi. İlk etapta bir yıllığına Francesco-Silvia Balotelli çiftine teslim edilen Mario, gün geçtikçe yeni ailesine alıştı. Öz ailesi 10 yıl boyunca çocuklarını geri alabilmek umuduyla yasal yolları zorladı ama Mario’yu geri getirmek için avukata ödeyecek paraları yoktu. Balotelli’ler her seferinde evlatlık süresini uzatmayı başardı. Francesco-Silvia çiftinin elinde büyümeye devam eden Mario, belirli aralıklarla öz ailesiyle görüşmeyi sürdürdü. Eski yuvasına döndüğü zamanlarda kardeşleriyle vakit geçiriyor, buna karşın öz anne ve babasına zaman ayırmaktan kaçınıyordu. Ve sonunda Balotelli soyadını alarak, bir anlamda seçimini yapmış oldu.
Rose Barwuah, “O İtalya’da doğup büyüdü ama aynı zamanda hep yabancı olarak kabul edildi ve bundan dolayı hakaretlere maruz kaldı” sözleriyle oğlunun seçimine bir anlam yüklemeye çalışıyor. Mario’nun, bir anlamda içinde bulunduğu çevreye kendini kabul ettirebilmek amacıyla bu yolu seçtiğini düşünüyor. Belki de haklıdır. Zira bugün gelinen noktada, Barwuah ailesi içindeki adıyla Süper Mario’nun kimseye kendini kanıtlamak gibi bir gereksinimi yok.
Karanlık bir gelecek ihtimaliyle dünyaya gözlerini açan, hayatının ilk iki yılını yaşam mücadelesiyle geçiren Mario Balotelli, şu sıralar dünya futbolunun en dikkat çeken figürlerinden biri. Ve açıkçası, kaybettiğini düşündüğü zamanların acısını çıkarmak için de hayli sabırsız görünüyor.
Geleceğin ta kendisi
Kariyerine Lumezzane altyapısında başlayan, 15 yaşında A takıma yükselen, 2005 yılında Barcelona tarafından denenen ancak başarısız bulunan Mario, bir yıl sonra Inter’e imza atarken sadece gelecek vaat eden bir oyuncuydu. Şimdi ise geleceğin ta kendisi. Küçük arızalarıyla birlikte tabii...
Mario’yu bu kadar uyumsuz yapan, içindeki Barwuah’la Balotelli’nin kapışması belki de. Inter’de oynadığı dönemde kendi tribünleriyle restleştiğinde, herkes “arıza” bir futbolcunun kapılarını çaldığını yeni fark ediyordu. Ama o bununla yetinmedi; “Milano denince aklıma Milan geliyor!” diyerek Inter’in ezeli rakibine duyduğu sempatiyi dile getirdi. Yetmedi, Milan Store’dan torbalar dolusu alışveriş yaptı.
İtalya Milli Takımı’nın Faroe Adaları ile oynadığı maçta yedek kulübesindeki Mario’yu oyuna sokmaya hazırlanan teknik direktör Cesare Prandelli, elinde iPad’ini kurcalayan bir futbolcuyla karşılaşmayı beklemiyordu. Tıpkı, Brescia’daki kadınlar cezaevinin güvenlik görevlileri gibi. Kardeşi Enoch’a “Hapishanenin içini görmek ister misin?” demiş, evet cevabı alınca da arabasıyla açık gördüğü kapıdan içeri girivermişti. Güvenlik görevlileri durdurduğunda “Özel izin almamıza gerek olduğunu düşünmemiştim, kapıyı açık görünce bir bakalım dedik” diyecekti. İşin garibi, tüm bu söylediklerinde samimiydi. Ve biraz da saftı, hem de bir mafya soruşturmasıyla ilgili ifadesinde, ziyaret ettiği mafya üyesinin evinde bir masanın üstünü kapatacak kadar uyuşturucu gördüğünü söyleyecek kadar...
Çok yetenekli ama beyni yok
Mario, 20. doğum günü olan 12 Ağustos 2010’da 30 milyon euro karşılığında Manchester City’ye imza attığında, sıradan bir insanın 20 yıla sığdıramayacağı kadar çelişki ve anıyı da arkasında bırakıyordu. İçindeki Barwuah-Balotelli kavgası ise peşinden gelecekti.
Manchester’a yerleştikten kısa süre sonra, “Burada kendimi iyi hissetmiyorum. Evimi özledim ki, evim Brescia’dır, Milan değil” diyerek ilk sinyali verdi. Inter’deki teknik direktörü Jose Mourinho, onun için “Çok yetenekli ama beyni yok” demişti. Dinamo Kiev’le oynadıkları Avrupa Ligi maçı öncesinde ısınma yeleğini giyemediği görüntüler, Mourinho’yu doğrular nitelikteydi. Eksi 6 derecede oynadıkları maçın ikinci yarısında “Çime alerjim var” diyerek oyundan çıktığında, sadece üşüdüğü için böyle bir yalana başvurduğunu söyleyenler oldu. Çocukça bir yalan? Belki de... Genç takım oyuncularına odasının penceresinden dart oku fırlattığı için 100 bin sterlin ceza aldı. Çocukça bir şaka? Kesinlikle...

Aslında, Mario için bugüne kadar birçok olumsuz sıfat kullanıldı. Karıştığı bir trafik kazasının ardından üstünü arayan polisin “Neden 5 bin sterlin nakit taşıyorsun?” sorusuna “Çünkü zenginim” diyecek kadar görgüsüz, FIFA Yılın Genç Futbolcusu Ödülü için çekiştiği rakibi Jack Wilshere’i tanımadığını söyleyecek kadar da kibirli. Kız arkadaşı hafta sonu için İtalya’ya gittiğinde bir porno yıldızıyla buluşacak kadar sadakatsiz, takım arkadaşı Micah Richards ile antrenmanda yumruk yumruğa kavga edecek ölçüde de saldırgan. Los Angeles Galaxy ile oynadıkları hazırlık maçının ilk yarısında, boş pozisyonda topuğuyla gol atmak isteyecek kadar saygısız ve Tottenham’la oynadıkları maçta rakibi Scott Parker’ın suratına basacak kadar da gaddar.
Sahi, neden hep o?
Onunla ilgili en doğru söz ise City’deki teknik direktörü Roberto Mancini’ye ait. Mario’nun bir gece kulübünde sigara içerken görüntülendiği hatırlatıldığında, İtalyan teknik adamın cevabı “Annesi ya da babası değilim ama benim oğlum olsaydı, kıçına tekmeyi basardım” olmuştu. Bunlar, kağıt üstünde ikişer anne-babaya sahip Mario’nun, asla gerçek bir ebeveyne sahip olmamasının sonuçları mı? Belki de...
Arkadaşlarıyla havai fişek ateşlemeye çalışırken evinin banyosunu yakan 21 yaşındaki bir insanın, “içindeki çocukla” henüz hesabını göremediğini söylemek çok da yanlış olmaz. 36 saat sonra çıktığı Manchester derbisinde attığı golden sonra formasını başına geçirip, içine giydiği tişörtte “Neden hep ben?” yazısını göstermesi de bu isyanın bir parçası.
Her şeye rağmen Mario’nun “kötü” biri olduğunu söylemekte zorlanıyorsak, bu ve bunun gibi detaylar yüzünden. Manchester’da bir pub’a girip herkese bira ısmarlayan, oradan kiliseye geçip yüklü bir bağış yapan, Noel’de Noel Baba kıyafetiyle arabasına atlayıp şehrin varoşlarında önüne gelene para dağıtan, uğradığı benzincide arabasından inerek “Herkes deposunu doldursun, ücreti ben ödüyorum” diyen, sıkıştığı için önüne çıkan ilkokula dalıp çocuklara tuvaletin yerini soran, çıkışta öğretmenler odasına uğrayıp öğrencilerle muhabbet eden, üniversite kütüphanesine girip herkesin kitap borcunu kapatmak isteyen bir adam ne kadar kötü olabilir ki?
Doğrudur; içindeki Barwuah ve Balotelli’nin kavgası sürdükçe, Mario da bu gelgitleri yaşamaya devam edecek. Bazen yaramaz bir çocuk, bazen uslanmaz bir aptal, bazense herkesi mutlu etmek için uğraş veren kendi çapında bir Robin Hood. Ama neredeyse her parçası endüstriyel futbolun çarklarında bir dişli olmaya yüz tutan futbol dünyasının içinde “özel” bir renk olarak kalacak. Bu bile onu sevmeye yetmez mi?

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Merhaba Dünya!

"...sil baştan başlamak gerek bazen,
hayatı sıfırlamak
sil baştan sevmek gerek bazen
herşeyi unutmak..." 
diyerek başlanırsa kulağınızda Şebnem Ferah 'ın o guzel sesi yankılanırken daha motive edici olabilir.. ve o yeniden baslanan ilk gun hayatın en mutlu gunlerindendir..Bir de gunesli bir gun seçilmişse tadından yenmez yeni hayat, bu neden hava durumunu takip ederek yeniden baslamak onerilir ya da bi sonbahar gunesi idealdir (zira bugün yağmur yağıyor Bursa'ya).. umutla dolu olur insan..hayat ne guzel kuslar,bocekler falan... Bazen kısa surer bu yeni hayat da... ama yine, yeniden baslamak gerektir...
Görünen o ki, tam da şu anda bu makus kaderi yeniyorum. Tüm bu karmaşa arasında aslında benim blog yazmam bir futbolcunun antremandan sonra kafayı boşaltmak için koşuya çıkması gibi bir şey. Yani zaten süregelen zaman dilimi içinde defalarca kez bilinen ,okunan ve irdelenen bir takım konuları (yazmak) bir hevesmişçesine yapmak oldukça zor. Açıkçası porno filmlerdeki kadınların cidden bağırdıkları kadar keyif aldıklarını düşünmek kadar safça sanırım yapmaya çalıştığım şey. Bütün bu gerçeklere rağmen yine de elimden geldiği kadar buraya uçup gitmesini istemediğim şeyleri, (özellikle de sayfamızın ana akım düşüncesi olan Bursapor ve kendi gözlemlediğim Türkiye ve Dünya gündemine ilişkin) yazmaya, not etmeye çalışacağım.
Dünyayı değiştirmeyeceğim, gündemi alt üst etmeyeceğim ama burası hep benim dünyam olmaya devam edecek...