30 Aralık 2013 Pazartesi

2014 yılına adım atarken...

Geçmiş yılın tüm hüzün, acı ve kederlerini geride bırakarak yeni bir yılın umudunu, heyecanını ve çoşkusunu hissederek yine bir başlangıç yapmamız gerekiyor. Buna gerek birey gerekse toplum olarak gerçekten çok ihtiyacımız var... Bizlere dayatılmaya çalışan yaşam tarzına, lutfedilen özgürlüğe, demokrasiye, kişilerin icat ettiği dinlere, yeni bir kimliğe ve herhangi bir tarafa hiç mi hiç ihtiyacımız yok! Mutlu olmak için nefes aldığımızı hissetmemiz, sağlıklı olmamız ve istisnasız herşeyi sevmemiz yeterli... Gerisi zeka ölçüsüne bağlı tercihler ve bu tercihlerin bizi  götüreceği veya getireceği yer !

2014 yılında yapacağınız tüm tercihlerinizi ve alacağınız tüm kararları akıl ve bilim ölçeğinde tartmış ve yüreğinizle vicdan süzgecinden geçirmiş olarak yapmanızı temenni ediyor, sevdiklerinizle birlikte huzurlu, sağlıklı ve mutlu bir yıl diliyorum...

20 Aralık 2013 Cuma

Ah be Battala!

Rakamlarla uğraşmayı gerekmedikçe çok sevmem ama Batalla’nın Bursaspor’a katkısını anlatmak için rakamları ortaya dökmenin de gerekmediğine inanıyorum. Türk futbolunu takip edenler Batalla’nın Bursaspor’da ne tür bir rol üstlendiğini ve Bursaspor’un son yıllardaki başarısında ne ölçüde pay sahibi olduğunu pekala görüyor ve biliyorlar. Batalla’nın süreçte eleştirilmesinin başlıca sebebi “Küstüm, oynamıyorum” tavrı. Yönetim de, Kasımpaşa maçında Batalla’ya tezahürat yapanları yuhalayanlar ve daha dün “Efsane” dedikleri adama bugün küfredenler de bundan fazlaca dem vuruyor. Ancak hiçbir şeyin durup dururken olmadığını hem Batalla’nın, hem de her ne kadar “Anlamadık” deseler de kulübün ve başkanın açıklamalarından anlamak mümkün. Eskişehir maçına uzanan, yani 4 aydır süren bir sıkıntı olduğu apaçık ortada. Kaldı ki bu alttan alta Bursa’da biliniyordu da.. Yönetim, Batalla’nın Kasımpaşa maçından 48 saat önce bu kararı aldığını, Batalla ise Sivasspor maçından hemen sonra yaşanan tartışmanın ardından bu kararını ilettiğini söylüyor. Yani ortada, en hafif tabiri ile bir ‘yanlışlık’ var. Kim hangi konuda tam anlamıyla doğruları söylemiyor, anlamak çok güç. Zaman ilaç olur mu, bilinmez. Çünkü Batalla, kendisine söylendiğini ilettiği ve ‘saygısızca’ olarak nitelediği sözlerin ne olduğunu söylemiyor. Bu da konu hakkında yapılacak tüm yorumların askıda kalmasına sebep oluyor. Bu tavrı eleştirilir mi, ben eleştiremem. “İnsanları, ne yaşandığını söyleyerek yönlendirmek istemem” demesini şahsım adına takdirle karşılıyorum.
“Kimse Bursaspor’dan büyük değildir” sloganını/şiarını, “Takım için önemi ne olursa olsun, takımdaki yeri ne olursa olsun, camiadaki konumu ne olursa olsun kimse bize tavır alamaz” olarak algılamak yanlış. İkili ilişkilerde bu tarz şeyler olur ve insanlık tarihi boyunca kimse ile bu tarz problemler yaşamamış bir insan evladı yoktur, bulamazsınız. Kulübün “Bir çalışanın, çalıştıranı, yani hocasını ya da başkanını eleştirmesi ve hatta daha da ileri giderek değiştirmek istemesi asla kabul edilemez” çıkışı da bu sebeple çok ama çok yanlış. Zaten ben, bu açıklamanın ardından, sorunun Batalla’yı ‘sadece bir çalışan’ yerine koymaları sebebiyle doğduğu ve bu noktaya kadar geldiği yönündeki düşüncelerimden emin oldum.
Batalla’ya ‘sadece bir çalışan’ muamelesi yapar ve ona hak ettiği önemi vermez, onun ile diyaloglarınızda dikkatli olmazsanız, hele ki daha önce lider karakterli birçok oyuncuyla yaşadığı sıkıntılar ortada olan Daum ile de birlikte çalışıyorsanız, Batalla’yı kaybetmeniz çok olası olur.
Peki şimdi ne olacak?
Ben bakıyorum, bu konuda karşımda dün ile bugün söyledikleri birbiri ile çelişen bir yönetim görüyorum.

Bir gün “Dönüşü çok zor” diyen, ardından “”Kapılarımızı hiçbir zaman kapatmadık” diyen..
Diğer yanda, çok ‘net’ bir Batalla.
Bir yanda “Ne olursa olsun, kesinlikle FİFA’ya gitmeyi düşünmüyorum” diyen bir Batalla görüyorum.
Diğer yanda, “Verebileceğimiz ne ceza varsa vereceğiz” diyen bir yönetim..
Bir yanda, seçim döneminde beraber-omuz omuza yola çıktığı insanlarla dahi iletişimsizlik ve kötü planlamalar yüzünden yollarını ayıran bir yönetim görüyorum. Diğer yanda bu şehirde, kendisini hiç tanımayan insanların sevgisiyle ‘devleşen’ bir Batalla.Uzlaşı bu sebeplerle zor değil, ‘imkansız’ gibi.
Tercih yapmam çünkü tercihlik bir durum yok.
Ancak Batalla’nın Bursaspor’dan gitmesini istemiyorum. Ya da, böyle gitmesini.
Bana, çare 1 sene Batalla’yı yurt dışına kiralamakta gibi geliyor.
Çünkü, bu yönetimin görev süresini dolduracağını zannetmiyorum.
Son olarak, şu süreçte ‘profesyonellerin’ ne yaptığını da sormak lazım. Görev tanımı, “Takım-hoca-yönetim ilişkisini ve koordinasyonunu sağlamak” olarak açıklananların yani. Yalnızca takım kafilesinin başında kamp ve deplasmana gitmek ile direktör olunuyorsa, maaşsız çalışacak bir ton ‘direktör’ bulmak mümkün bu renkler uğruna. Ki bunların hiçbirinin gönlü, Batalla’nın gitmesine razı da olmaz.

26 Ekim 2013 Cumartesi

Futbol vs Basketbol

Ülkemizde Basketbolun mu yoksa Futbolun mu daha iyi durumda olduğu oldum olası hep tartışılmıştır. NBA'de final oynayan basketbolculardan yurt dışında çalışan koçlara ve avrupada oynayan basketbolculara.. Avrupa-Dünya Şampiyonalarında alınan başarılardan Efes'in koraç kupasına kadar bence Basketbol öndedir. Peki altyapı olarak basketbol çok daha kötü durumda değil midir ? Üstelik Basketbola yatırımın yapılması futbola göre çok daha önemlidir. Birinci ligi bile televizyonda yayınlanmıyor. Yine de bu ülkenin basketbolda bu durumda olması ve futbol konusunda çokca sorunlarının olmasının temelinde ne yatıyor sizce ?

Her gazetenin futboldan oluşan sayfaları, yorumcuları var. Buralar doldurulmak durumundadır. Büyük bir kısmı sahanın içerisiyle çok fazla ilgilenmiyor. Futbol dışına zorunlu olarak yönelen insanlar futbolu futbol olmaktan çıkarıp çok başka bir alana taşıyorlar.. Biz de bu alanın üzerinde tepiniyoruz ve bunu 'futbol sevgisi' olarak addediyoruz.. Basketbol ile çok bir farkımız yok temelde. Televizyonlarda gereğinden fazla futbol programı var ve yine sahanın içerisi çok da önemli değildir. Gözden kaçırılan nokta futbolun aslında kendisinin çok fazla önemli olmamasıdır; daha çok biz onu çok başka bir arenaya taşıdığımız gerçeğidir.

Böyle olmasa o 30 milyonluk taraftarı olan klubün 20 milyonluk şehirde 25 bin seyirici her maç dolmaz mı ? Dolmuyor ama.. Bu bana çok komik gelir.. Almanya'da 30 bin kişilik kasaba takımı ile burada 30 milyon taraftarı olan klubün tribünleri aynı şekilde doğuyor.Buradan çıkan sonuç biz gerçekten futbolu mu seviyoruz yoksa onun çevresinde oluşturduğumuz çok başka bir şeyi mi?Ülkenin gösterdiği şekilde ilgi Futbola yarar mı veriyor zarar mı ? Altyapıyı mı tartışmalıyız gerçekten ? Altyapı ve teknik imkanlar inanın futbolda bir ise basketbolda yüz kat daha değerlidir. Ona rağmen durum ortada..

Arda Turan'ın sorunu altyapısının eksik olması mıdır yoksa o gazetelerin, programların ihtiyacı olan saçmalığa bulaşmaktan başka çaresinin kalmaması mıdır ? Biz neyi düzeltmemiz gerekiyor ?Biz futbolu en azından sandığımız kadar çok sevmiyoruz.. İşin aslı budur. Daha derin analizler de mümkündür. Aidiyet çevresinde bizim kimi egolarımızı tatmin eden skorlar ve bu sonuçlar çevresinde dönen muhabbetler ve daha ve daha.. Bunlar da dahildir belki futbola ama oranında bir 'dengesizlik' var.Futbolu 'çok' sevmiyoruz. Bir maçın kendisinden ziyade skoruna çok fazla önem addedebiliriz ama bunun saf futbolla ilintisi çok fazla olmayabiliyor.Fatih Terim'in maaşı onun ülkeye oynatması muhtemel futbol anlayışının uygunluğundan çok daha derin bir tartışma konusudur zira futbolun dışındaki bu konu bizim asıl meselemiz, futbol sevgimiz...

Altyapıdan ziyade futbolun kendisini sevdirecek yazılar, programlar ve her şeye ihtiyacımız var. Gerisi kendiliğinden gelir. Bazen futbolun dışında olan kimi saçmalıklara 'ilgisiz' kalmak dahi futbola yapılmış bir hizmettir. Biz basketbola bilinçsiz olarak böyle bir güzellik yapıyoruz.. Bizim sorunumuz sanılanın aksine Arda'nın altyapı eksikiği değil (bu giderilebilir bir sorundur) daha çok o röportajın içerisinde ağlatacak dokundurmaları zorunlu kılan futbol piyasasını varlığıdır. Futbola ilgi değil 'farklı' bir ilginin doğması gerekiyor..

22 Eylül 2013 Pazar

Aidiyet Duygusu

Bir Türkiye bayrağı ve o ülkede yetişen insanların ülkesi var, bir de Almanya bayrağı ve o ülkede yetişen Almanların ülkesi var. Aslında kriterlere göre bir ülke ya da millet olarak algılanamayan ve fakat bence kesinlikle üçüncü bir ülke olarak anılmayı gerçekleştirecek kadar her iki bayrağın temsil ettiklerinden farklı olarak yaşayan üçüncü bir Bayrak ve onun insanları var. işte tüm bu gürültü de buradak kopar..Siz bu bayrağı, milleti kabul etmiyorsunuz.. Sonuçlarına da şaşırıyor ya da eleştiriyorsunuz bir şekilde.. Ben Türk'üm (ne gurur ne de utanç duyarım.. Utanmam beklenirse gurur duyarım ve tersi olursa kafa atarım) lakin kardeşim ortadaki bayrağın insanıdır.. Alaman Türkleri de aynı şekilde.. Nesile ve onların yaşadığı koşullara göre bu üç bayrak skalasında bir yere oturur.. Bazen Türkiye ya da Almanya ya da tam ortası.. ikisi de değil seçeneği!

Hamit Altıntop SZ'a röportaj vermiş. Nuri Şahin de FAZ'a. İkisi de Almanya'nın en saygın gazeteleridir. Ben daha çok Nuri'yi sevdim.. Hamit ise genelde doğru cümleler kurup ve oldukça samimi duygular içerisinde söylemler gerçekleştirir iken kaçırdığı bir iki nokta var onların üzerinde durmak gerekir. 16 yaşında Schalke'de ilk antrenmanına çıktığı günden beri tanıdığı ve kardeşim kadar yakın dediği Mesut'un kariyer planlaması içerisinde milli takım seçimi gerçekleştirdiğini düşünüyor. Kardeşim gibi seviyorum diyor ama bu düşünceyi onaylamıyorum diye de çizgiyi çekiyor. Duygularıyla hareket edilmesi gerektiği konusunda ortaya sunduğu doğruları Türkler için geçerlidir ama ortadaki bayrağın insanları için değil.. Milli duygular doğuştan sahip olunmaz, oluşturulur.

14 Temmuz 2013 Pazar

Olmasaydı Sonumuz Böyle..

Sağlam'ın 2 Ocak 2009'da başlayan Bursaspor serüveni 28 Ocak 2013'te sona ermişti. 4 seneyi aşkın Bursaspor kariyerine bir şampiyonluk, bir üçüncülük, 14 Avrupa Kupası maçı, 25 yıl aradan sonra çıkılan Türkiye Kupası finali ve sayısız güzel hatıra sığdırmayı başardı. Kötü zamanlarımızda olmadı değil ancak hepsinin üstesinden gelmeyi başarmıştı(k) ta ki 28 Ocak 2013'e kadar...

İstanbul BBSK deplasmanından alınan 4-1'lik yenilgi Ertuğrul Hoca'nın Bursaspor'un patronu olarak çıktığı son maç oldu. Ardından yaptığı toplantıyla istifasını açıklayan Sağlam, yaklaşık 1 hafta - 10 gün süren veda ziyaretlerinin ardından Bursa'ya veda etmişti.

Vedasının ardından çok senaryolar yazıldı. Kasımpaşa için Bursaspor'u bıraktığı hatta Kasımpaşa'nın yeni sezon transferlerini yaptığına kadar bir sürü iddia atıldı ortaya neticede dünkü imza ile birlikte hepsi iftira olarak kaldı. Ertuğrul Sağlam giderken iki söz vermişti, birincisi sezon sonuna kadar hiçbir takımda çalışmayacağı ikincisi ise bir gün bu şehire geri döneceği. İlk sözünü tuttu ve sezonu hiçbir takımla anlaşmadan tamamladı, ikinci sözünün gerçekleşir mi gerçekleşmez mi onu da zaman gösterecek.

Bu imza Eskişehirspor camiası ve Ertuğrul Hoca için hayırlı olsun diyelim. Ben en çok Ertuğrul Hoca'nın yapacağı transferleri merakla bekliyorum. Bursaspor'da iken Ozan İpek, Batalla, Miller, NDiaye, Carson, Belluschi, Şener ve oynatmak çok kısmet olmasada Ferdinand ve Edu gibi kaliteli isimler yerine genelde Tagoe, Bangura ikilisi hep göz önünde tutularak ''transferde başarısız'' diye lanse etmek daha popülerdi.

Bugün futbol camiasında transferde hata yapmayan tek bir teknik adam / kulüp yok. En yeni örnek Fenerbahçe-Krasic. Bonservis bedeli 7 milyon euro, yıllık garanti ücreti 2.3 milyon euro, maç başı primi 12.500 euro. Bu sezon 27 maç oynayan Krasic'in ilk seneden maliyeti 9,3 milyon euro, istatistiği ise 1 gol 2 asist. Şimdi hangimiz Nunez'in Konyaspor maçında direkten patlayan şutundan sonra ''Bu adamı nerden bulduk nasıl aldık ya?'' diye hayrete düşmedi veya hangimiz Insua gelince ''Galatasaray'ın 2-3 sene önce uğraşıp alamadığı adamı getirdik'' diye düşünmedi. Transfer işi bir nevi kumar, sonuçta bir insana yatırım yapıyorsun her türlü risk var bu işte. Kim bilebilirdi Bursaspor'un en yüksek bonservisi ödediği  adamın önce kardeşini sonra bebeğini kaybedeceğini ve daha bir sürü ailevi sorun yaşayacağını ? Bugün 2.6 milyon euro verdiğin Bangura tutmuyor ama 300 bin euro civarı bir rakama aldığın Şener tutuyor. Birisi değerini katlıyor, birisi düşürüyor sonuç olarak futbol piyasası bu...

Maalesef hiçbirisi tutmayan gurbetçi transferleri ile zamanında bir kaç oyuncuda ısrarı dışında Ertuğrul Hoca'yı çok eleştirdiğimi hatırlamam, genelde gönüllü savunucularından biriyimdir. En nihayetinde Ertuğrul Hoca da ilah değil bir insan. Doğru da yapacak, yanlışta. Bir dünya yanlış yapsa ne olur ? Adamın başrolünü oynadığı bir doğru bu kulübün kuruluşundan bu yana en büyük hayaliydi. Biraz insaflı, vefalı olmak lazım diye düşünüyorum.


Bize yaşattığı şampiyonluğu Eskişehir'e de yaşatır mı ? 16 Mayıs 2010'da kazandığımız şampiyonluğun ertesi sezonunda yaşanan şike olaylarını, dönen dolapları düşününce biraz zor. Bunu zaten hocada dile getirmişti. Sportif başarının garantisi olmaz elbette ama katılacağı her türlü organizasyonla, sosyal sorumluluk projeleri ile Eskişehir halkının, camiasının gönlünü fethedeceği kesin bence.

Son olarak Bursaspor mu yoksa Ertuğrul Sağlamlı Eskişehirspor mu ligi daha üstte bitirir muhabbetlerine değinmek istiyorum. Bence bu tür kıyaslamalara gerek yok. Avrupa Kupalarına katılma yolunda bize ciddi rakip olacakları kesin ancak ligdeki 17 takımda rakibimiz ve bizim amacımız hepsini geride bırakmak. Yapamazsakta ha Hamza Hoca'nın Akhisar'ı bizi geçmiş, ha Ertuğrul Hoca'nın Eskişehir'i farkeden birşey olmaz. Bu konu hakkında facebookta okuduğum en iyi yorum Ali Karabaş isimli bir taraftarımızdan gelmiş ''İşini yaptı ve gitti, gerisi teferruat. Şimdi iş yapma sırası Hikmet Hocada..'' 

Hoca benim gözümde 20 yaşımda yaşadığım şampiyonluğun en büyük mimarlarındandır ve efsanedir ancak dünden beride rakip olduğumuzu unutmamak gerek, bana göre keyifli bir rekabet ve lig bizi bekliyor. Şimdiden Allah hem Ertuğrul Hoca'nın hem Ömer Erdoğan'ın yolunu açık etsin. Umarım ligi bizden sonraki en iyi dereceyle bitirirler.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Aynı

Seyrediyoruz.
Türk futbolunda 'yine' çok garip işler oluyor.Ve biz 'yine' sadece seyrediyoruz.
Şike hortladı.Kanıtlandı.Üstü kapatılmaya çalışıldı.Baktılar kapatamayacaklar, içlerinden birini seçtiler.Aynı davada, başkanı olduğu takım yargılanan adam geldi başa.O kapattı.Bursa ve Trabzon adında iki şehir olmasa neredeyse unutulacaktı."Bizim için kapandı" diyorlar üstü.Bizim için ise kapanmadı.Futbolu temiz sevenler için..Bir meşale yakan, 6 ay maçlara giremiyor.Bu 6 ay dışında, yargılandığı süre de dahil.Şikeyle yargılananlar ise giriyor.Keşke meşale yakan çocuklar da şike yapsaydı.Şimdi maç yasakları kalkmış olacaktı.Birşey uydurdular, ve Onun bunun cezasını erteliyorlar. Ceza ertelemenin kriteri ne? Kimse bilmiyor. Yani, 'kafalarına göre iş yapıyorlar' Benim oyuncum ceza alıyor, oynayamıyor.Onunki oynuyor. Sebebi ne, bilmiyorum! Sorsam alacağım cevap, "Sana ne?" olur sanırım. Öyle görünüyor. "Keyfimizin kahyası mısın?Şanslılar. Çünkü cezasını erteledikleri kimse sonraki maçta büyük işler yapmadı.

Biri hakemi tehdit ediyor. Ben sokakta yanımdan geçene "Seni bitireceğim" desem, mahkemeye verir, yargılanırım.Ceza alırım, belki iyi halden düşer.Adam tehdit ediyor.Kanıtlanıyor.Herkes biliyor. Hadi hakem, tehdidi gerçek olur diye mahkemeye veremiyor, onu anladık.Sadece 21 gün hak mahrumiyeti alıyor.Zaten daha uzun süreli olarak çok daha önce alması gerekeni..21 gün, 3 hafta yani.Evinde en fazla 2 maça giremeyecek.Sonra yine statta. Yalnızca 2 hafta maçlara gitmeyeceğini bilen herkes, bu ülkede hakemleri tehdit etmeye meyilli kıvama gelir.Yani..Seyrediyoruz.Türk futbolunda 'yine' çok garip işler oluyor.Ve biz 'yine' sadece seyrediyoruz.

Dili olsa Türk futbolunun, sadece "Nasılsın?" diye sorardım."Aynı(!)" cevabını alacağımı bildiğimden.

30 Haziran 2013 Pazar

Conferederation Cup 2013

Futbolu doğuştan gelen yetenekleriyle keyif alarak oynayan bir takımın futbolu okulunda öğrenenlere kapasiteniz bu dersi verdiği maçı izlerken, biras düşününce bu maçın son yıllarda izlediğim en iyi maç olduğunun farkına varmam çok da uzun sürmedi aslında. Meğer İspanyollar nasıl da alttan alttan nefret ettirmiş futbolundan bu maç bir kez daha anladım. Ayrıca İspanya'nın önemsemediğini hazır gelmediğini söyleyenler insanların varlığını bildiğimden, böyle Brezilya'yı dünya karması yapsan ne İspanya, ne de başka bi ülke zor üstünlük sağlardı o da apayrı bir konu diyebilirim. Brezilya, bu karşılaşma öncesinde kupada oynadığı 4 maçı da kazanarak finale çıkmıştı. Oynadığı 3 grup maçını galibiyetle tamamlayan İspanya ise yarı finalde İtalya ile normal süresi ve uzatma bölümü golsüz tamamlanan karşılaşmada rakibini, penaltı atışları sonucunda 7-6 mağlup ederek, finale adını yazdırmıştı. 

Son 3 organizasyonda şampiyonluğa ulaşan "Sambacılar", 3-0'lık galibiyetle dördüncü Konfederasyonlar Kupası'nı bu kez seyircisinin önünde kaldırmayı başarırken, Avrupa ve dünya kupası sahibi İspanya ise son yıllardaki hükümranlığını bırakırken, uzun süre sonra bu arenada  zirvedeki ekip olamadı. Turnuva'nın en iyi oyuncusu olarak seçilen Neymar da Silva, maç sonrası törende ödülünü aldı. Turnuvanın 5 gol kaydederek en skorer ismi olan Fernando Torres, Altın Top ödülünün sahibi olurken, Fair Play ödülü de İspanya'nın kaptanı Iker Casillas'a verildi. İspanya maçında birbirinden güzel kurtarışlara imza atan kaleci Julio Cesar'a altın eldiven ödülü verildi. Brezilyalı Paulinho'ya Bronz Top ödülü layık görülürken, Andres Iniesta ise Gümüş Top'un sahibi oldu. Brezilya'nın kazandığını bu kupanın katılım şartları da hayli ilginç doğrusu, her dört yılda bir fifa tarafından organize edilen bu turnuvada, kurallara göre 2'si doğrudan, olmak üzere 8 milli takım turnuvaya davet usulü ile katılıyor. Doğrudan katılan 2 ülke ev sahibi fifa dünya kupası'nın son şampiyonudur. Diğer 6 ülke takımı ise 6 konfederasyon'un (caf, conmebol, uefa, afc, ofc, concacaf) şampiyonlarından oluşuyor.Eğer dünya kupası şampiyonu aynı zamanda konfederasyon'un şampiyonu olursa, bu durumda finale çıkan ülke kupaya katılma hakkı ediyormuş.


26 Mayıs 2013 Pazar

Wir Lieben BVB

Wembley'de oynanan 2013 UEFA Şampiyonlar Ligi finalini Bayern Münih 2-1 kazandı dün gece. Bayern Münih'in golleri 60. dakikada Mandzukic ve 89. dakikada günümüz futbolunun son yıllardaki en loser adamı Robben'den geldi. Borussia Dortmund'un tek golünü ise 68. dakikada penaltıdan İlkay attı.

Genel olarak çok keyifli bir maçtı diyebiliriz, karşılıklı çok fazla atak gördük, ilk yarının golsüz bitmesi herkes için oldukça sürpriz oldu diyebiliriz. Tabii bunda iki kalecinin başarılı performansının da büyük etkisi vardı. Neuer de birçok pozisyon çıkardı ama Weidenfeller çoğunlukla Robben ile karşı karşıya kaldığı için onun pozisyonları biraz daha fazla aklımda kaldı. Borussia Dortmund ilk yarıya daha iyi başladı ama devrenin geneli hatta maçın geneli çoğunlukla dengede gitti. Dortmund beraberlik golünü bulduktan bir süre sonra Bayern biraz baskı kurmaya başladı ve son dakikalarda da olsa kupayı getiren golü buldu. Yalnız maç 1-1 iken son dakikalara doğru iki takımın da uzatmaları düşünmeyip maçı bitirmeye odaklanması takdire değerdi. Çünkü birçok turnuvada bunun tersini görüyoruz. 70. dakikadan sonra takımlar maçı rölantiye alıp penaltılara kadar o şekilde gitmeyi tercih ediyorlar.

Hakemi hatalı bulduğum sadece bir pozisyon var aklımda. O da ilk yarıda Ribery'nin Lewandowski'nin yüzüne vurduğu pozisyon. Rizzoli büyük olasılıkla pozisyonu görmedi, görseydi mutlaka sarı kart gösterirdi. Bunun dışında Boateng'in bileğine basılan bir pozisyon vardı ama orada kart gösterildi mi hatırlamıyorum. Maçta zaman zaman tansiyonun yükseldiğini gördük. İlk yarıda Borussia Dortmund'un bir atağında İtalyan hakem Nicola Rizzoli'ye çarpan top sonrasında Murat Kosova'nın "İtalyanlar iyi savunmacı, hakemleri bile" sözü gecenin hatırlanacak şeylerinden biriydi. Murat Kosova ayrıca Robben'in golünden sonra fişi çekmekten takmaktan bahsetmiş ama ben nedense o sözleri duyamadım. Sosyal medyada kendisine fazlaca tepki olsa da maç anlatışını beğendiğim bir isim. Bu final maçı hayatımda gördüğüm en güzel üç finalden biri oldu. Diğer ikisi 1999'daki Manchester United - Bayern Münih ve 2005'te İstanbul'da canlı canlı izlediğim Liverpool - Milan maçlarıydı.

BVB'un kaybetmesini çok içerlediğimi de söylemeliyim, Bayern Münih kesinlikle haketti diyenler vardır, ki haklarıdır da ama niyeyse B.Dortmund'un bu seneki CL ilerleyişini önemli konuma getirmiştim kendimce. Futbolun hakikaten sadece futbol olmadığını da bu maçla birlikte bir kez daha idrak ettim diyebilirim. Gereğinden fazla naif ve saçma örnek olacak ama hayatta bazen sürekli istediğini alan zengin çocukların başarısız olmasını isterseniz, ama olmaz. İşte bu maçta da aynen öyle oldu. Underdog yine underdog olarak kaldı. Sağlık olsun, J.Klopp ve evlatlarının bugüne kadar ki çabası yeter.

3 Mart 2013 Pazar

Müslüm Baba


Mahalle aralarının, modifiyeli ucuz arabaların, içkili, uyuşturuculu alemlerin dış sesiydi kendisi. Müslüm baba'yı dinlemeye başladığımda orta okul yıllarımdı. Oturduğum mahalle, 2013 senesinde bile hala mahallecilik kültürünü taşıyan, kaybolmamış ender mahallelerdendir. işte o mahallede, semtin parkında, abi dediğimiz insanlar bira yanına meze yaparken duyduk kendisini. Müslüm baba'dır, Cengiz'dir, Ferdi'dir falan o zamanlar öğrendik. Kişiliğimizin arabesk hamuru o zaman atılmıştı. Müslüm baba'nın yeri ayrıydı arabesk alemi içindeki diğer şarkıcılardan. Gerçekten insanlar uğruna kendisini jiletlerken zerre pişmanlık duymuyorlardı. kimi, onu dinlemeden içtiği içkinin, esrarın kafasına giremiyordu. Kız arkadaşından ayrılan onu, babası ölen onu, işten çıkan onu, patronla kavga eden onu, çocuğu hastalanan onu.... Herkes onu dinliyor, o herkes için bir şey söylüyordu.

Hani arabesk bu toplumu yozlaştırdı deniliyor ya, kocaman bir yalan o. Yanlış bir gözlem bana kalırsa. Benim gözümde yozlaşma şöyle olmuştur; parkta, arkadaş evinde, kenarda köşede sessiz sakin, Müslüm dinleye dinleye birasını, esrarını içen insanlar vardı. Çünkü arabesk dinlemek kroluktu. Arabesk dinleyen dışlanıyordu. Müslüm dinlemek bayağı bir şeydi, daha Müslüm bu kadar benimsenmemiş, kim olduğu bu kadar önemsenmemiş, jiletci kitleye hitap eden duygu sömürücüsü olarak görülmekteydi. Bu yüzden Müslüm ile kendinden geçenler bir underground içindeydi.

Gel zaman git zaman önce Müslüm Gürses'in aklını çelmeye başladılar. Reklamlarda oynamaya başladı, konserlerini daha üst kesimde vermeye başladı, halk konseri denen zımbırtı gündeme dahi gelmedi ve Müslüm baba ne zaman ki başka şarkıcıların şarkılarını mırıldanmaya başladı, kitlesi ile araya kara kedi girdi.

Gün oldu karmaşık bir dönem oldu. Yolda gördüğünde yolunu değiştiren, kro dediğinin dönüp yüzüne bile bakmayan insanlar Müslüm Gürses çok iyi ya diye dolaşırken, kendisinden çok başka bir kültüre, görüşe, yaşama sahip olan da Müslüm baba, Müslüm baba diye geziniyordu. Müslüm artık kimin Müslüm'ü olacaktı muallaktı. arabesk tayfası, Müslüm baba'dan vefa bekledi, çekingen kaldı ama Müslüm baba tercihini yaptı ve 2008'de de artık tercihin altına imzasını da attı. 2007-2008 müslüm ile arabesk kitlesinin kesin kopuşu oldu. Bu kopuşla birlikte işte o günlerden kalanlar apaçi denilen akımın ataları oldular. Arabesk yanları nedeni ile toplumdan dışlanıyorlardı. Sonra arabesk onlardan onlar da arabeskten vazgeçince olanlar oldu. Dj tiesto'lar, Paul van dyk'lar, Armin van buuren'lar hayatımıza girdi. artık ucuz arabalardan orta seste Müslüm baba değil yüksek seste traffic, for an angel çalıyordu. Artık esrar yerini pıt diye tabir edilen, yüksek enerji veren sentetik haplara bırakmıştı. Bira yerine ise vodka - enerji içeceği tercih ediliyordu. Hal böyle iken, bir anda arabeskten; tekno-trance kültürüne geçiş zor oldu, kimi tuturamadı ama içine girdiği ortamı da fazla sevmiş olacak ki tutturmak için çok çabaladı. Dün parkta, izbede içenler artık laila, reina diyor başka şey demiyorlardı. Bundan dolayı yaşanan kafa karışıklığı ve kültür şoku en net, Tiesto'nun buzada konserinde resme dökülmüştü. Mekanın alabileceğinden yaklaşık 3 kat daha fazla seyirci vardı. bunların bir çoğu teknecilere para vererek, adaya tırmanmak sureti ile kaçak girmişlerdi. bir kısım bu durumdan şikayet ederken diğer bir kısım ise arabeskten alışılageldiği üzere, elektrik lambalarına, bayrak direklerine tırmanarak sorunu hallediyordu. çünkü onlar için kalabalık sorun değildi, sorun tamamen sanatçıyı görmekti. Hal böyle olunca jandarma gelip ayıklama yapmıştı o konserde.

Bir kaç sene devam etti bu durum,insanlar sentetik hap müptelası oldular.Artık hapları atıp,cep telefonundan şarkılar açıp yolda sokakta kan ter içinde "kopmak" denen şeyi gerçekleştiriyorlardı. Tabii Laila, Reina denilen yerlerde zenginler ile aşık atmak zor olduğundan alternatif mekanlar yaratılmıştı bu tayfa için. Misal bugünlerde en çok parodisi yapılan Şanzelize cafe gibi, fakat o tekno-trance kültür burada tutmadı. Müzikten daha çok uyuşturucu ile bağdaştırılan bir yaşam şeklini aldı Türkiye'de ve çok azaldı. Tabi bir kısım insan bunu kabullenmekte senelerce zorlandı, fakat en son gollerini Sensation White Turkey ile yediler.

Tabi bu arada ne yeni yaşamdan vazgeçmek ne de vazgeçmediği bu yaşamda bocalamak istemeyenler olunca yeni bir akım çıktı Türkiye'de. Arabesk rap, Bu da bambaşka bir konu aslında. İşte Müslüm Gürses böyle bir sanatçıydı bizim için. Elini arabeskten çekmesi, toplumun yapısında değişikliklere yol açmış birisidir. Yani Türkiye'de aslında "arabesk yavşaklığı" yoktur. Arabesk, Müslüm baba'sından sonra yetim kalarak yavşaklaşmıştır..

Bir kere düşünsenize kaç kişi koskoca bir ülkeye, 80 milyona kendini ''baba'' olarak kabul ettirebilirdi. İşte o öyle yada böyle bunu başarmış bir insandı. Bir neslin, bir kitlenin dönemine yön veren bir sanatçıydı. Neyse ki yine de sağlığındayken değeri bilindi diyebiliriz. Ne kadar üzülsem de, son zamanlarda çokça acı çektiği için kendisi için iyi oldu diyerekten kendimizi avutabiliriz. Nur içinde yat güzel insan, Hoşça kal.



17 Ocak 2013 Perşembe

Biri THY mi dedi?


“Türkiye’yi Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde temsil eden tek takımız. Buna rağmen bir forma reklamımız yok. THY yetkilileri ile bu konuda görüşme yaptık, ancak bize sponsor olamayacaklarını ifade ettiler. Ne gariptir ki, bizi geri çeviren THY, Şampiyonlar Ligi’ndeki rakibimiz Manchester United, Barcelona’ya ve Yunan basketbol takımı Maourissi’ye sponsor. Biz de 20 Ekim’deki Manchester United maçına İngiltere’nin havayolu şirketi British Airways ile gideceğiz..”  

İbrahim Yazıcı Şampiyonlar Ligi öncesi sponsorluk konusundaki görüşlerini paylaşırken

15 Ocak 2013 Salı

J.J. Abrams'tan Kutunun Sırrı

J.J. Abrams gizeme karşı sevgisini; Cloverfield, Lost ve Alias gibi film ve dizilerinde de açıkça görülen bir tutkusunun izlerini, sihirli başlangıcını arıyor. Lost, Fringe, Jaws, Görevimiz Tehlike, Star Trek vs. dünya çapında fenomen haline gelmiş film ve dizilerin yaratıcısı J.J.Abrams'tan mükemmel bir düşündürücü stand up komedi ...



(Subtitle, tıklanarak Türkçe altyazı seçilebilir.)

5 Ocak 2013 Cumartesi

Ruud Gullit

Futbol sahalarında oynayan herhangi bir esmer oyuncuya "esmer" demenin bile ırkçılık sayılacağını öngördüğümüz halde Ruud Gullit'in lakabının "Il Tulipe Nero"(Kara lale) olduğunu söylediğimizde kavga çıkabilir. Nitekim bu mahlas, Gullit Milan'da oynarken takıldığında Hollandalılar ufak bir tepki vermiş, bunun üzerine Gullit aylık olarak çıkan bir spor dergisine şöyle bir açıklama yapmıştı;

"İnsanlar benim savaşçılığımı bildiği için, bir dönem Versaillis savaşçılarına takılan Kara lale lakabını bana uygun görmüşler. Bu lakabın arkasında benim etnik kökenimle ilgili bir takıntı yok. Ben onlar için savaşmaya devam ediyorum...

Herşey güzel, hoş; ama ortada Versaillis savaşçıları ya da tarih boyunca kendilerine Kara lale lakabı takılan şövalye de yok. 

Koca futbol kariyerini bu lakabın gazıyla yaptıysa komik, hele koca kariyerini güzelleşmesine sebep olan Milano dolaylarındaki taraftarlar yalana sığındıysa daha da komik. Ama Ruud Gullit'in lakabı "Il tulipe Nero" idi; bu değişmez gerçek.

4 Ocak 2013 Cuma

Doğum Günün Kutlu Olsun Barış Abi..

1980 yılların sonunda AC Milan fırtınasının estiği o dönemde Barış Manço'nun 7'den 77'ye de Van Basten, Rijkaard,Ruud Gullit ile yaptığı ropörtaj. Barış Manço'nun kaleciliğini de izleyebilirsiniz videoda. Bir Bursasporlu olarak videoda böylesine futbolun fenomeni haline gelmiş isimlerin ısrarla Bursaspor'un çok güçlü olduğunu, daha o zamanlarda söylemesi beni ayrı bir gururlandırdı doğrusu... Barış Manço'nun daha o yıllarda kalkıpta böyle bir röportaj grerçekleştirmesi gerçekten takdire şayan... Buyrun karşınızda Bir TRT Barış Manço nostaljisi...


eğer bugün bir nesil ıspanak yiyorsa, dişlerini fırçalıyorsa, kol düğmesine ayrı bir anlam yüklüyorsa, hava ayaz mı ayazken elleri ceplerinde bir türkü tutturuyorsa, ekvator'un güney'inde kalan kısımda bir kaba koyulan suyun saat yönünün tersine aktığını biliyorsa, simsiyah gecenin koynunda dönenceleniyorsa, güzel bir hareket gördüğünde 10 puan 10 puan 10 puan veriyorsa, kurtalan ekspres'e binme hayalleri kuruyorsa, japonları seviyorsa, gitar çalmaya heves etmişse, dometes biber patlıcan satan seyyar satıcılara bakıp hüzünleniyorsa, hasta olanlara nane limon kabuğu bir tutam zencefil öneriyorsa, eşşeklere ayılara arkadaş gözüyle bakabiliyorsa, sarı çizmeli mehmet ağa diyince bir dünya ki haklı haksız karışmış biliyorsa, barış abi sayesindedir...

İyi ki bir neslin abi'liğini yapmış ki sayesinde diğer abi'lerin farkına varabiliyoruz, Nur içinde yatsın...