29 Aralık 2010 Çarşamba

yeni


hayatta her zaman yenilikler vardır. her baslayan gun yenidir.attigin her adim bir oncekinden farklıdır. yeni sevgili, yeni dostlar, yeni sarkilar, yeni kitaplar ve hatta yeni ogrendigin her kelime bile sana yeni boyutlar sunar.
eskilerden ogrendiklerin bile sana yenilikler getirir. yeni hatalar yapmani engeller eski hatalarindan cikardigin dersler. eski mutluluklar sana yeni mutluluklari istetir.

yeni bir yıl simdi. degisen tek bir gun olsa da "gecen yil" diye basladigin cumleler olacaktir artik.
borclanmis kelimeler yazmaktansa hislerimi, duygularimi, her seyimi yazmayi daha cok tercih ederim. eskisi gibi, hatta yenilerinin eskisinden daha guclu olmasi dileklerimle...

30 Kasım 2010 Salı

...and the Cruyff ! (El Clásico'nun ardından)

ZAMAN SENİ 5 KERE DAHA HAKLI ÇIKARDI CRUYFF USTA;


1- 1979: Johan Cruyff, dönemin Barcelona başkanı Nunez'le toplantıda:
"Öncelikle yapmamız gereken La Masia'ya bir özkaynak düzeni, altyapı inşa etmek. Siz binayı yapın felsefi ve ruhani inşasını bana bırakın. Orada sadece yıldız futbolcular değil, yıllarca Barcelona'ya hizmet edecek ortak bir felsefenin, evrensel bir güzel futbolun tohumlarını yeşertecek değerler yetiştireceğiz."
La Masia'nın ilk mezunlarından birisi, medarı iftaharı Josep Guardiola olacak, 1988'de teknik direktörlüğe getirilen Johan Cruyff tarafından A takıma çıkarılıp uzun yıllar kaptanlık yaptıktan sonra rekorların takımının hocası olacaktır.

2- 2008: Johan Cruyff, bir nevi Barcelona'nın "ruhani lideri" olarak dönemin başkanı Laporta'nın odasında yeni teknik direktörün kim olacağı üzerine fikrini beyan eder:
"Şu anda sadece bir taktisyene değil bir ruha ihtiyacımız var: Rijkaard’ın yerine kim mi gelmeli? Barcelona B’nin hocası, eski talebem Josep Guardiola. Eğer Guardiola’nın eski takım arkadaşı olan sportif direktörümüz Txixi Begiristain’a da uygunsa, hemen Pep’i göreve getirin”

3- 1991: Barcelona 4 yıllık şampiyonluk serisine başlayacağı ligin son maçından önce:
"Taktiğimizde tek bir değişikliğe dahi gerek yok: Eğer top sürekli bizde olursa, rakip bize gol atamaz. Sizden tek isteğim var, bugün kazansak da kaybetsek de kendi felsefemize uygun olarak oynayın. Bu gece kaybetsek bile bu felsefeye sadık kalırsak, gelecekte sürekli kazanan biz olacağız”
29 Kasım 2010: Barcelona: 5 - Real Madrid: 0, Barcelona'nın topla oynama oranı %67
4- 2009 Cruyff & Rexach sohbeti:
“Guardiola, Barcelona’yı çalıştırabilecek teknik direktörler arasında açık ara en deneyimli olanı çünkü o daha futbolcuyken sahadaki teknik direktörümüzdü!”
29 Kasım 2010 günü Barcelona, Real Madrid'i 5-0 yendiğinde Guardiola da aynen şunu söyler:
“Bu başarı başkanından scout'una birçok insana ait. Yılların birikimi.”


5- Tarihi ve yeri belirsiz:
"Futbol basit bir oyundur, zor olan onu basit oynamaktır"

26 Kasım 2010 Cuma

El Clásico



Dünya para piyasaları İber Yarımadası ikizleri İspanya ve Portekiz'in ekonomik darboğaza girme tehlikesini kırmızı kalemle not ediyor.
Planlar Yunanistan ve İrlanda'nın yaşadığı krizlerin o tarafta nüksetme ihtimaline göre yapılıyor. Döviz kurlarını, borsa endekslerini İberya'dan gelecek haberler oynaklaştırırken, İspanya'da herkes esas kıyametin pazartesi akşamı kopacağını çok iyi biliyor ve kimse devlet tahvillerinin likidite problemleriyle ilgilenmiyor.
Barcelona kulüp üyelerinin vergilerden önce kulüp aidatını ödemeyi tercih edeceğine emin olabilirsiniz.
Kriz İspanya'nın olabilir ama Barcelona Katalunya'nındır.
Öte taraftan bakınca "kuralı koyan parayı alır, parayı alan kuralı koyar" tarafındadır Real Madrid.
Bir keresinde hatırlayın nasıl girmiştir devreye Madrid Belediyesi ve silinmiştir tüm borçlar...
İspanya'nın IMF'lik olma ihtimali vardır ama Barça ile Real'siz futbol, televizyon ve hatta UEFA bile düşünülemez.
İspanyol futbolu, içinde 'dram ve zafer'i barındıran tragedyayı andırır. Aynı sahne üzerinde bir taraf zaferi tadarken, diğerinin payına dram düşebilir.
Ne zafer ne de dram bir alın yazısı değildir. Sürekli yer değiştirerek alay eder tragedyanın yazarıyla.
Sonsuz zafer sarhoşluğu, umutsuz dram kasveti bilmez bir klasiktir Barcelona-Real Madrid rekabeti..
Aklım Barcelona'nın anlaştığı, ancak bir siyasi güç gösterisiyle Real Madrid'in rakibin elinden aldığı Arjantinli Di Stefano'nun tuhaf hikâyesini milat alıyor.
Di Stefano'yu keşfeden ve eline geçiren aklın, muhteşem Arjantinliyi, o akla Madrid kurallarını dikte ettiren diktaya kaptırdığı günden beri "Barcelona bir kulüpten daha fazlası, Real Madrid İspanya'dır".





Kulüp tarihinin en büyük futbolcularından birisi Di Stefano bugün beyaz forma giydirilen her yeni dünya yıldızının yanında fotoğraf karelerine giriyorsa bunun nedeni sadece topun efendisi olması değil, sembolleşmesini sağlayan eylemin hafızalarda canlı tutulması hınzırlığıdır.
Di Stefano'nun kaçırılması hikâyesi trajik safhadan traji-komik evreye terfi etmiş olabilir. Oysa Luis Figo'nun ihanetinden bu yana Katalan hafızasına kazılı kalmıştır tercih dışı tutulmak.
Bir domuz başının yeşil sahaya düşmesi, bir fotoğrafçının deklanşöre bastığı an sembolleşen görüntünün anlattığı şeydir anti-Real histeri..
Bir kez daha bir Portekizli İspanya'da yeni bir iç savaşın yakıtı olabilir.
Kibirli Jose'nin geçen yıl Şampiyonlar Ligi yarı finalindeki ziyaretinin ardından Nou Camp'a en ürkütücü seferi olacak. Barcelona'da Bobby Robson ve Louis Van Gaal'in yanı başında geçen yılların ardından kendisine değil de Sera Ferrer'e layık görülen Barcelona teknik direktörlüğü koltuğu da tıpkı Di Stefano hikâyesinde olduğu gibi bugünün tarihini değiştirmiştir. Jose önce Porto'nun, sonra Chelsea'nin ve İnter'in kahramanı olarak gelir Madrid'e...
Barça için acı olanı Bernabeu'daki finalde, yani Madrid'in tam orta yerinde bir Katalan cumhuriyeti kuracakken, Avrupa'nın en büyük kupasını kaldırmaya ramak kalmışken, eski tercüman, antrenman hocası Jose'nin tekmesini yemektir.
Pazartesi akşamı, Schuster ile Guti'nin hangi duygularla ekran karşısında olacaklarını kestirmek için zihnimizi meşgul etmeyelim, aynı zamanda ilk Barçalı Türk Rüştü Reçber'in içindeki sesi, gözlerindeki merakı da düşünmeyelim isterseniz.
Raul Gelsenkirchen'deki evinde mi olacak, yoksa tarihine geçtiği kulübün locasında mı oturacak o gece?.. Ya eski Gelsenkirchenli, bizim Zonguldaklı Mesut mevzuu ne olacak?
Mesut'u mu yoksa "Mesut'un bizi tercih dışı bırakması ihanettir motto'suyla" bizim havayollarıyla zafere kaçan öteki tarafı mı tutacağız?
Sahaya bir domuz başı daha atacak kadar bize yakın değil ama bir o kadar Figo'nun ihaneti kıvamında kimi futbol sevgisizlerine göre...
Mourinho bir taraftan İnter'e "Benitez yine mi kaybetti?" alaycılığıyla mesaj atarken, bir taraftan geçen yıl Nou Camp'ta elindeki kadroya göre en doğru olanı yaparak, Schuster tabiriyle söylüyorum "60'ların futbolunu oynatarak" final yolunu açtığı ikinci maçın kaybettirdiği prestiji kurtarmayı planlıyor olmalı..
İnterli küskün ve yaşlı çocukları Avrupa'nın en büyüğü yapan Jose'nin eski dostu Guardiola'ya aynı tarifeyi uygulaması bir parça ters kaçacağından dünyayı bir büyük ofansif düello bekliyor.
Şu ana kadar satırlar iki futbol takımının sportif hikâyesini değil, iki ülkenin kıta sahanlığı kavgasını anlatıyor sanki değil mi? Satırların yazarı, 'futbol sadece futbol değildir' okulunu fena halde benimsediğinden olsa gerek, ne zaman Barcelona-Real Madrid maçı arefesi olsa hafızasına kaydettiği "La Liga resmî tarihinin sert ve milliyetçi söylemini" oyunun sahne dekorları olarak görür.
O bakımdan Messi'nin Rijkaard tarafından ilk kez efektif kullanılmaya başladığı o günü, Ronaldinho ile Di Stefano'nun kökenden vatandaşı Messi'nin Real'i 3-0 mağlup ettikleri gece Bernabeu tribünlerinin azılı düşmana tuttukları alkışı hatırlamayı hep sona bırakır. Üstelik o gece bilmem kaçıncı kez Real-Barça maçı için mikrofon başında görev yaptığı halde...
Bütün milliyetçi, ayrılıkçı ve futbolu bir milletin kurtuluşu, futbol takımını bir milletin bayrağı ilan eden görüşü bir tarafa ayırınca aslında şunu görüyorsunuz:
Bugünün çocukları her iki formayı da seviyor.
Önünüzde iki seçenek oluyor zaten.





Beckham, Ronaldo veya Mesut Özil'seniz.. Real ya da Barça...
Samuel Eto'o'nun Real Madrid'e transferini uygun bulmayan Başkan Perez'e, Kamerunlu, Bernabeu'da attığı bir golün ardından nasıl da vücut diliyle gönderme yapmıştı.
Oysa bu bile aslında ne kadar istediğini göstermiyor mu o beyaz formayı?
Tarihleri birbirlerini itse de formaları çekiyor birbirini.
avrupa'da en çok taraftarı olan kulüp barça
Eylül ayında Avrupa genelinde yapılan bir araştırmayı kapsayan rapor yayınlanmıştı. Sport+Markt'ın araştırmasına göre Avrupa'da taraftarı en çok olan kulüp açık ara Barcelona.
Barça'yı tutanların sayısı 57,8 milyon olarak ölçülürken, Real Madrid 31,3 milyon ile ikinci sırada kalmış. İspanya'da 6,8 milyon Real, 5,5 milyon Barcelona taraftarı olduğu hesabıyla yola çıkarsak, ülke dışındaki taraftar sayısı itibarıyla Barcelona Real Madrid'i ikiye katlıyor. Üstelik 2006 yılından itibaren oluşuyor iki takım arasındaki büyük fark. Real, Avrupa'da 10 milyon sempatizan kaybederken, Barça 13 milyon kişiyi kendine âşık ediyor.
Cruyff'un kapıdan içeri soktuğu total futbol felsefesinin her sene yenilenen sürümü sayesinde olduğunu tahmin etmek için sadece son Dünya Kupası finalini seyretmiş olmak bile yeterliydi sanırım.
Siyasi çekişmeler bir yana, Barcelona altyapıdan yetiştirip yıldızlaştırdığı oyuncularıyla, Real Madrid büyük paralar karşılığında satın aldığı yıldızlarla yürüyor yıllardır. Barcelona satın almıyor mu?
Kendi sistemine adapte edebileceği hesabıyla alıyor.
Mesela David Villa.
Real yetiştiriyor mu?
Toshack'ın 17'sinde forma verip sahaya sürdüğü ve o günden beri formasını kimseye kaptırmayan Casillas'ı bir kenara koyunca, aklınıza sadece Guti ile Raul geliyor değil mi?
Zaten yoklar!
Avrupa'da 2 kişi Barcelona sempatizanı, 1 kişi Madrid taraftarıysa Türk Hava Yolları işe hiç siyaseten bakmadan ticareten iyi iş yapmış diyebilir miyiz?
Dünyanın en çok pas, gol, enerji ve taraftar üreten futbol takımının renklerine bürünmeyi hafife almayın.
Özetle Cruyff felsefesi, bir anayasa olarak yapışmış Barcelona genetiğine.
Bugün dünya futbolunda ideali bulmuş bir takımdır Barcelona..
Jose Mourinho Barcelona karşısında gittikçe zayıflayan rekabet gücüne karşı Real Madrid cephesinin son tercihiydi. Bir futbol takımına gerektiğinde total futbol, gerektiğinde catenaccio oynatabilen, rakiplerine sinir sistemleri üzerinden de ayar verebilen karakteri ve tabii ki futbol konusundaki dehasıyla tek seçenekti Mourinho.
Bu satırların yazarı büyük futbol yıldızlarının da tıpkı Avrupa'daki taraftar sayısının dramatik değişimine paralel olarak artık önce Barcelona, sonra Real Madrid dediğine inanıyor.
Pazartesi akşamı bir Portekizli İspanya'daki kıskançlık histerisini ateşleyip, yeni bir kavga başlatabilir. Barcelona'nın son 25 yılda katettiği mesafeyi Mourinho'nun iki maçı da kazansa bile yok edemeyeceği açıktır.
Ama hiç kimse Real Madrid'in Barcelona'nın popüler yürüyüşü karşısında ezildiğini iddaa edemez.
Real Madrid-Barcelona maçları bir Klasik'tir evet.
Cruyff genetiğiyle büyüyen Barcelona'da bir Klasik olmuştur.
Mourinho'nun Klasik olmadığını seyleyebilir misiniz?
İşte size bir Klasiko daha...

16 Eylül 2010 Perşembe

İnancımız bitmez!


Tarihimizde ilk kez ülkemizi temsil ettiğimiz Şampiyonlar Ligi'nin ilk maçında Valencia karşısında aldığımız mağlubiyete biraz üzülsek de takımımıza olan inancımız hiçbir şekilde zedelenmeyecektir.

Geçtiğimiz sezondan beri bizlere tarifi mümkün olmayan ve yakın geçmişte hayâl dahi edemediğimiz duyguları yaşatan bir ekibin bizleri mutlu edebilmek adına bizlerden fazla heyecanlı olmalarının Avrupa sahnesindeki tecrübesizliğimizden kaynaklandığını ve 4-0'lık sonucun yanıltıcı bir sonuç olduğunu düşünüyorum. Şampiyonlar Ligi'nde daha önümüzde 5 maçımız var. Takımımız mutlaka bu yenilgiden edindiği tecrübeyle bundan sonraki sınavlarında başarılı sonuçlar alarak taraftarlarını ve ülkemizi sevindirecektir. Dünyanın en büyük liglerinin olduğu Avrupa'da, Bursasporumuz yüzlerce kulüp içerisinde en prestijli ligde oynuyor ve en iyi 32 takım arasında. Bu bile başlı başına gurur verici. Ligde kayıpsız giderek 4'te 4 yapan ve zirvede yer alan Bursasporumuz'un Salı gecesi alınan sonuçtan etkilenmeyeceğini düşünüyor ve yoluna ligde kayıpsız devam edeceğine inanıyorum.

Avrupa'da tecrübe, ligde ise seneyi kazanmamız için aynı ciddiyetle yolumuza devam etmeliyiz. İnanmışlığın göstergesi olarak tüm Bursasporlular'a geçen sezonu referans gösteriyor ve takımımıza olan sonsuz inancımızı yinelemek istiyorum.

Yine inanacağız ve yine başaracağız.

14 Eylül 2010 Salı

Şövalyeler sahne alıyor

Bizimle birlikte küme düşmüştü Sevilla da,Bizden 1 sene önce çıktılar La Liga’ya, biz ise Kayseri Erciyes‘in mütemadiyen ve her nasılsa son dakikalarda attığı goller karşısında 1 sene daha 2A’da nöbet tutmuştuk,Onlar 2 sene UEFA’yı aldılar çıktıktan sonra biz ise olamayacak denen bir şeyi gerçekleştirdik ve ŞAMPİYON olduk,bugün ise bu ülkeyi Şampiyonlar Liginde temsil edeceğiz…

Acılar yaşanmadıkça olgunlaşılmıyor…
Domates’in kızıllaşması için ille de o sıcağı görmesi gerekiyor..
Biz de yaşadık ve gittikçe de olgunlaşıyoruz..


İktisat’ta Konjonktürel Eğriler diye bir kavram öğretmişlerdi..Ekonominin seyrini de bir eğri düzeneğine benzetebiliriz..AŞAĞI VE YUKARI..Dibin daha dibi yoktur..Tıpkı tavanın daha da üstü olmadığı gibi,Biz Sakarya’da Samsun’u yenip küme düştüğümüz gün DİP nedir anladık..sonra ki 2 sene ise yaşadık…Bugün ise ders aldık ve akıllandık…

Raşit Çetiner-Engin İpekoğlu hocalara teşekkür etmeli,Aybaba geldi bir de KURTAR Hoca.. Her ikisini de BİZ YOLLADIK TARAFTARLAR OLARAK ve Yönetim yapması gereken doğru seçeneği yapıp doğru hocayı buldu,KURTAR DURUŞ’undan sonra SAĞLAM DURUŞ’u gördük.Düştüğümüz gün Türkiye’de FLAŞ HABERdik tüm tv kanallarında,“BURSASPOR KÜME DÜŞTÜ”…Olamaz denen şey başımıza gelmişti,O takımı sırtlananlardan Levent Başkan, Valencia maçında tribünde olacak bugün Türk Futbolunun PATRONU olarak,O takım ise Valencia karşısında DÜNYA FUTBOL SAHNESİNE adım atacak SAĞLAM HOCA’nın patronajında….

Her şeyde bir HAYIR olabilir ama biz göremeyiz…Dikkat buyurunuz;O gün Levent Başkan çok sevdiği takımının başından küfürlerle yollanmasaydı bugün Türk Futbolunun patronu olamayabilirdi..O takım ise küme düşmeseydi belki bugün Bank Asya’da olurdu Şampiyonlar Ligi yerine…

Bu gece de inanıyorum ki UEFA ve Avrupa haber ajansları flaş haber geçecekler,“VALENCIA KNOCK OUT” diye…
Bu manyak takım, Bu patronaj ve bu taraftara ilaveten 60 küsür milyonun dualarıyla değil Bursa’yı, Türkiye’yi BAYRAM yerine çevirecek gibi geliyor…ŞÖVALYELER GİBİ ÇARPIŞACAK!Yarasaların en büyük dezavantajları ise Volkan’la Ozan’ı fark ettiler ama Sercan henüz dağarcıklarında yer etmemiş gibi geliyor bana..Onu tanımıyorlar..Bir de Kaptan Ömer'i,Faturayı ise kesse kesse Ivankov keser,bu gece yalnız Bursaspor sahne almayacak.biz de sahne alacağız taraftarlar olarak.TEKSAS ismini kazımamız lazım milyonlarca tv izleyicisinin belleğine..Ve elimize dilimize sahip olmalıyız,Hele hele İspanyol marşı çalınırken sakın ama sakın ıslıklamayalım,Asiller asil gibi davranırlar,aptallar aptal gibi,biz de ŞÖVALYELER gibi olalım, çapulcular gibi değil...

VE HEP BERABER HAYKIRACAĞIZ
2010 YILINDA
ŞAMPİYONLAR LİGİNDE
REAL MADRID'E
KAÇMA MADRİD BEKLE BİZ GELİYORUZ…

13 Eylül 2010 Pazartesi

Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor!



12 Dev Adam Dünya 2.'si olarak bizi gururlandırdı. Kevin Durant gibi üstün yetenekli basketbol dehasını canlı olarak seyretme şansına sahip olduk. Arkamıza aldığımız bu pozitif güçle basketbolumuzun ilerlemesi için çok daha fazla çalışmamız lazım. Bütün yükü sadece federasyona yüklemek yanlış olur. Herkesin taşın altına elini sokması gerekiyor. Bence en büyük görevde sponsor ve taraftarlara düşüyor. Taraftalar maçlara gelip tribünleri doldurarak takımlarının yanında olacak bu ilgiyi gören sponsor firmalarda, kulüplerimize maddi destek sağlayacak.

Günlük hayatımızın her alanına girmiş bu tezahürat bana göre ilk kez dün gece bu kadar yoğun anlamlar içerdi. Rüyanın finalinde karşımıza çıkan Birleşik Devletler'e nasıl oynanması gerekiyorsa öyle oynadık, öyle ki bu takıma ilk yarıda hızlı hücum sayısı attırmadık. Fakat ikinci yarıda hem fiziksel hem de kafa olarak koptuk sahadan ki bu da dün yaşanan adrenalinin ardından beklenen bir senaryoydu. Ülkemizde düzenlediğimiz bu şampiyonada elde ettiğimiz bu ikincilik yıllardır belirlenen hedefleri fazlasıyla sağlamış olsa da buranın yolun sonu değil, yeni yolumuzun başlangıcı olduğunu gösteren yeni bir haritaya ihtiyacımız var. Bu potansiyelimizi gösterip, Avrupa'nın bir numarası olmayı başardık. Konuşulacak çok şey var elbette ama zaman sıkıntımız da yok. Şimdilik bu dev yüreklere, emeği geçen herkese kocaman kocaman teşekkürlerimizi sunma vaktidir: TÜRKİYE SİZİNLE GURUR DUYUYOR!

8 Eylül 2010 Çarşamba

Yarı Finaldeyiz!!!


Hesap kapatma şampiyonamızda sıra Slovenya'daydı. Şu ana kadar sadece Birleşik Devletler'e kaybeden, turnuvanın en olumlu basketbolu oynayan takımlarından biri olan Slovenya'daydı. Maç öncesinde konuştuğumuz herşeyi kağıt üstünde bırakan bir devre oynadık yine. İnsanüstü ortalamalarla Slovenya potasına tam 50 sayı yollayıp sadece 31 sayıya izin verdik ve yirmi dakika sonunda fişi çekmiş olduk böylece. %67 sahaiçi isabeti, 24 asist/9 top kaybı yaparken devrede bitirdiğimiz maçta %35 isabete izin vererek 68 sayı yemek. Normal şartlar altında açıklanabilecek birşey değil bu. Bizim takımımızda bu turnuvada, kendi taraftarı önünde normal oynamıyor zaten. Fildişi Sahili maçında yapılan ilk hava atışından itibaren büyüyoruz, önümüze geleni rüzgarımıza katıp sürüklüyoruz. 12 oyuncuyla birlikte teknik ekip sahaya kocaman bir yürek koyuyorlar. Aynı anda aynı şeyi düşünen, birlikte hareket eden kocaman bir yürek. Oynanan oyun, tercihler, yapılanlar/yapılmayanlar hepsini bir yana bırakma vaktidir artık. Dünya Şampiyonası'nda son dörtteyiz, keyfini çıkaralım!

Hidayet'in maç sonunda Irmak Kazuk'a dediği gibi: 'Hocam nasıl sakin olalım ya,
manyak mısın sen?'

6 Eylül 2010 Pazartesi

Türkiye: 95 - Fransa: 77 (12 Yürekli Adam Çeyrek Finalde

Her maç öncesi taktik tahtası ele alınır, neyin nasıl yapılması gerektiği yazılır ve istihbarat işkencesi gibi maçtan 24 saat önce beyin yıkar gibi oyuncuların aklına kazınır. Ama bir taktik bu kadar barizken bir daha bu kadar güzel uygulanır mı bilinmez. Tony Parker yokken yönetmekten daha ziyade üretmek üzerine programlanmış De Colo ve Batum'a baskı yapıp, alan savunmasıyla Fransa'yı dış şutlara zorlayarak hücum potansiyellerini sıfıra indirmek, savunmada da onlardan daha hızlı geriye koşup, takım olarak karıştıracakları pota altında savunma ribaundlarına dikkat etmek gerekiyordu. İşte aynen böyle oldu. Çok istekli ama biraz tedirgin başladık. İlk dakikalardaki telaş zaman ilerledikçe yerini soğukkanlılığa bırakınca da fark kendiliğinden açıldı. Ömer ve Kerem'in nefes almaksızın yaptığı baskı, içerde de uzunlarımızın gladyatör misali savaşı Fransızlar'ın tek umudu olan "erken öne geçerek rakibi telaşa sokma" silahını da daha emniyetini açamadan yerle bir etmemize sebep oldu. Devredeki 7-1 top çalma üstünlüğümüz bu baskının meyvesiydi.

İlk çeyrekte Ali Traore ve Mahinmi'nin de 2 faule ulaşması ikinci çeyrekte boyalı bölgeyi çok daha rahat kullanmamıza sebep oldu. Sadece tabloya bakarak bile orayı ne kadar etkili kullandığımızı görmek mümkün..

Maçın adamı Sinan Güler'e değinmeden geçmek olmaz. Maça girdiği andan itibaren takıma kattığı enerji kabak gibi ortadaydı. Üzerindeki Türkiye formasını çıkarıp Fransa formasını giyse rakibe tam olarak uyum sağlayabilirdi ama onlara cevap vermemizin bir yolu da oyunu onlar gibi oynayabilen oyuncuları sahaya sürmekti. Baktığımız zaman (İhsan Bayülken gibi bakarak) Sinan Güler dışında da bu tanıma uyan pek oyuncu yoktu. Onlar kadar hızlı, atletik, baskı yapabilen, geriye koşabilen, hızlı hücuma çıkıp orada kalmayan bir Sinan Güler maçın kilidiydi. Belki kilidi açan o olmadı ama farkı 20'nin üzerinde tutan tampon görevini gördü. 17 dakikada 8/10 isabetle 18 sayı üreterek maçın adamı oldu. Hücumda sıkıştığımız anların hep kurtarıcısıydı. Sadece Sinan değil tüm takım yüreğini ortaya koydu. Hepsine helal olsun. Çeyrek finaldeki rakibimiz Slovenya. Turnuvanın en komplike takımlarından biri ki bu maç için detaylı bir yorum maç öncesi gelecek. Bu saatten sonra madalya değil yarı final bile gelmese hepsine helal olsun. Bizim istediğimiz madalya değil yürekti, onu da fazlasıyla gösterdiler.

5 Eylül 2010 Pazar

Mesele Madalya Değil Yürek Meselesi

Türkiye Basketbol Federasyonu'nun tabiriyle "tamamlanan" ama nasıl tamamlandığı konusunda pek fazla vurgu yapılmayan Beko Supercup sonrası ben de sağlıklı düşünebilen tüm basketbolseverler gibi dehşete düştüm. Arka arkaya alınan üç yenilgiden daha moral bozucu olan sahada ne yaptığını bilmeyen, bu turnuvaya hangi amaçla katıldığı parkenin üzerinde kesinlikle anlaşılmayan, sinirlerini aldırmış ay yıldızlı kafilenin yaptıklarıydı. Tepeden tırnağa bu konuya değineceğim ama önce basketbolun güzel taraflarına değinmek istiyorum.

Bugün Slovenya - İspanya maçını izleme şansı buldum. 2 gün önce İspanya'da rakibinden 20 sayı fark yiyen Slovenya, yeni salonunun açılış maçında İspanyolları elinden kaçırdı ve uzatmada 72-79 mağlup oldu. Almanya - Türkiye maçından 1 gün sonra bu maçı izleyince milli takımımızın bambaşka bir dünyada basketbol oynadığını da rahatlıkla gördüm. Dün Semih Erden sırtı dönük karşı sahaya top getirirken dünya basketboluna kazandırdığımız ilginçliklerle beraber maçı izlemeyi bırakmıştım. Bıraktığım yerden bu güzel mücadeleye devam etmek gerçekten iyi geldi. Slovenya Lorbek ve Smodis'in yokluğunda pota altındaki zayıflığını bilerek o bölgeyi müthiş kapattı. Top havuza düştüğünde ribaundu alsalar dahi alkışlanacak Lakovic - Dragic - Becirovic üçlüsünden Dragic'i bir ara Reyes'i bloklarken gördüm. Bütün kısalar yardıma geldiler ve takım savunmasıyla İspanya'nın o bölgede Marc Gasol - Reyes - Vazquez üçlüsü ile kurmaya çalıştığı üstünlüğü paramparça ettiler. Scariolo da her ne kadar uzunları istikrarsız olsa da öldürücü kısalara sahip Slovenya'ya karşı savunma ağırlıklı bir beşle sahaya çıkıp öncelikle onları durdurmayı planlamıştı. Maçın belli bölümlerinde Calderon, Suarez , Garbajosa gibi hücum yönü ağırlıklı oyuncular sahada olduğunda İspanya bir ara 9 sayı geriye düştü ama maçı tamamladığı savunma ağırlıklı beşiyle maçı kazanmasını bildi. Maçın sonunda arka arkaya kazanılan iki topla gelen fast breakler zaten bu galibiyetin mimarıydı. Ama bu maçı İspanya'nın kazandığını söylemek Slovenya performansına haksızlık olur. Mükemmel mücadele ettiler, mükemmel oynadılar. Sanki evlerinde dünya şampiyonası düzenleyip finale çıkmış gibiydiler. Ama maçın sonlarına doğru bireysel hücumlara dönmeleri ve bütün maç devam ettirdikleri pas trafiğini azaltmaları kaçırdıkları serbest atışlarla beraber onların eforunu boşa çıkardı. Slokar ve Nachbar'ın düşük performansına, Vidmar'ın kötü serbest atışlarını eklersek faturanın bir kısmını havale etmiş olurum sanırım. Son üç dakikada topa atlayan Rubio ve Vidmar vardı sahada. Hem de sakatlanma pahasına. Aynı, maç sonunda üç gün önce rakibine 20 sayı fark atan İspanya'da Mumbru'nun yumruğunu havaya kaldırıp sevindiğinde duyduğu heyecanı gösterir şekilde.

İşte tam o anlarda biraz daha yukarılarda Almanya'nın yeni genç projesi Türkiye ile antrenman maçı yapıyordu. Nowitzki'nin gelmeyişini "Sağlık olsun"diyerek geçen ve genç potansiyelleriyle devam eden Almanlar karşısında milli takımımızın moral galibiyeti alacağını düşünmüştük. Hatta ben maç öncesi bu takıma çift haneden az fark atarsak bunun bile başarısızlık olacağını düşünmüştüm. Maç sonunda ise çift hanelerle mağlup olan bir milli takım vardı sahada. Maç içindeki tercihler, oyuncuların oynadıkları pozisyonlar benim için arka planda. Öncelikle yaşadığım hayalkırıklığını ifade etmek istiyorum.

Her turnuva öncesi asan, kesen, daha hazırlık kampı başlamadan ilk 3'e giren ve giderek devleşen(!) bir basketbol anlayışımız var. Türkiye liginde bile performansı ortalama olan Semih Erden'i "NBA Yıldızı", 5-6 yıldır yeteneklerini bir adım ileriye götüremeyen Cenk Akyol'u "Genç Yıldız", Hidayet Türkoğlu'nu"Hido" diye okuyan basketbol anlayışımızla aynı paralelde. 6 yıldır kendisine gösterilen sabıra rağmen yetenekli bir jenerasyonun üzerine inadıyla harç döken Tanjevic ve eleştirilere zerre kadar açık olmayan Turgay Demirel de bu piramidin en önemli taşları.

Aslında milli takımdaki kadro tercihleri konusunda pek fazla yorum yapmamayı tercih ediyordum ama son yaşananlardan sonra susmak hem ülke basketboluna, hem de kendime ihanet olurdu. Benim yaşımdan daha uzun bir süre koçluk kariyeri olan Tanjevic'i teknik konularda eleştirerek hiçbir zaman komik duruma düşmek istemedim. (Eleştirenlere kesinlikle komik demiyorum, sadece bu konulardaki bilgimin azlığından kendim için kullanıyorum bu ifadeyi) Ama bütün bir seneyi cezalı olarak geçiren Kerem Gönlüm, son dönemde takımla bile antrenmana çıkamayan Ömer Aşık, 6 yıldır basketbol adına yaptıkları sözleşmeli bir öğretmenin veya emekli bir memurun basketbol adına yaptıklarından fazla olmayan Cenk Akyol bu kadar süre bulurken sezonun en flaş ismi Evren Büker'in forma bulamaması utanç verici bir durumdur. Üstelik de Engin Atsür sakatlanmış, Ender ve Kerem Tunçeri takıma pozitif anlamda hiçbir şekilde liderlik edemiyorken. Açıkçası ne Cenk'e ne de bir başkasına kızamıyorum. Ben de Cenk'in yerinde olsam bütün sene kafama göre takılır, normal antrenmanlarımı yapardım. Ne durumda olursa olsun milli takıma seçileceğini bilen bir oyuncudan, üstelik de Cenk Akyol kafasındayken özel bir şeyler yapmasını beklemek hayalcilik olur.

Dün takvim yaprakları 15 Ağustos'u gösteriyordu. Yani evimizde yapılacak şampiyonaya 13 gün kaldığını ifade ediyor bu tarih. Aynı zamanda rakipler artık son eksiklerini giderirken Tanjevic'in şampiyonada karşısına çıkabilecek rakipler karşısında deneme yanılma yaparak 5 uzunla takımını sahaya sürdüğü tarihti bu. Ne yaptığını veya başka bir deyişle "ne yaptırıldığını" bilmez milli takımımızı izlerken utandık. Takım içinde Ömer Onan, Sinan Güler gibi direnen, birşeyler yapma uğraşında olan oyuncuların haricinde birçok oyuncumuz "Biz neden burdayız, iki şut çekelim de gidelim" havasındaydı. Asla skor yazarlığı yapmadım, bundan sonra da yapmayı düşünmüyorum. İşte bu yüzden alınan sonuçlar benim umurumda değil. Bu mantaliteyle Almanya'yı yenmiş olsaydık da aynı satırları karalayacaktım.

Kesinlikle ne olduğumuzu, hangi seviyede olduğumuzu bilmiyoruz. Millet olarak sürekli pohpohlanmayı seven, gazla çalışan bir yapımız var. Takımımız şu haldeyken bile 12 dev adam müziğini verdiğimiz anda şampiyonluğa inanacak milyonlarca insan var. İşte bu yüzden Avrupa olduğumuzu, hatta Avrupa'nın bile hangi noktasında olduğumuzu unutup ABD gibi basketbol oynamaya çalışıyoruz. Turnuva öncesi biri Cenk Akyol'un kulağına "Baba sen Atlanta'nın oyuncususun. Sağdan soldan bir iki vur, kaldır at. Senden iyi bunu yapacak adam mı var takımda." diye fısıldadıysa sanırım bunun neye malolacağını hesaplamadı. Veya Kerem Gönlüm'e "Dostum bayadır oynamıyorsun, uzak mesafe falan tanıma şut çalış maç içinde." diyen insanla yakın bir dost olmalı. Mütevazi Slovenya bile 20 saniye top çevirip Vidmar'ı İspanya pota altında kullanmaya çalışırken, Avrupa ve Dünya şampiyonu İspanya'da Rubio Reyes'i pozisyon almadığı için fırçalarken biz ikinci pasta potaya kaldırıp üçlük atıyoruz. Çünkü pota altı göçmüş bir Litvanya karşısında pota altını zorlayacak temel bir maç planımız yok. Veya Türk yüreğiyle dışardan şut bulabilen uzunu Ömer Aşık'a emanet edebiliyoruz. Kenarda Evren Büker adalete olan inancını yitirmek üzereyken Cenk Akyol'un çakma Dwyane Wade hareketlerine tahammül edebiliyoruz. Bir nesil Nowitzki'nin nasıl milli takımını sahiplendiğini izleyerek büyürken yeni nesil Hidayet'in milli coşkulu reklamlarından sonra maç içinde nasıl Sprite reklamı çektiğini izliyor. Ve bir çok örnek daha.

İşte bu yüzden hazırlık maçlarındaki skorlar benim umurumda değil. Barcelona'da yedeklikten baygınlık geçiren Lakovic'le, sakatlıktan perte çıkmak üzere olan Becirovic'le, sırf Olimpija'dan kurtulmak için Siena benchinde çürümeye razı olan Slokar'la, Efes Pilsen'de Ergin Ataman'ın psikolojik ve taktiksel işkencesine maruz kalan Nachbar'la, Fenerbahçe Ülker'de taşlanarak infaz edilmesi tahkimden dönen Vidmar'la ve diğer orta seviye oyuncularıyla İspanya'ya kafa tutup aslanlar gibi milli formasını ıslatan Slovenya'yı gördükçe, TBL'e gelse basın tarafından ikinci gün "İlk 2'ye giremez" etiketi yapıştırılacak yeni Rusya'nın savaşını, Çin'in isteğini ve herşeye rağmen mücadelesini gördükçe bu skorlar umurumda bile olmuyor. İnanın madalya falan da umurumda değil. Çıkıp binlerce vatandaşınızın önünde aslanlar gibi mücadele edip yenilseniz de biz sizi ayakta avucumuz patlayıncaya kadar alkışlarız. Ama bu vurdumduymaz tavrınız bizi kahrediyor. Küçümsediğiniz, küçümsediğimiz Vidmar gibi yerden yere atlayın, siz yenilseniz de biz sizi "12 Dev Adam" diye çağırırız. Ama şu anda hiçbiriniz dev falan değilsiniz. 2001 Hidayet'i devdi, 2010 Hidayet'i henüz değil.

Bu söylediklerim hazırlık maçlarının ardından saldırıya geçen skor saldırganlarının tavrı gibi algılanmasın lütfen. Bazıları kendinde olmasa da lütfen siz kendinize gelin 12 Uzun Adam. Milyonlar size inanmışken bu kadar salıvermeye hakkınız yok. Çünkü Tanjevic 1 ay sonra Roma'da bir cafede oturup purosunu yakarken A Milli Takımla ilgili özeleştiri yapmayıp Boniciolli ile yeni sezonun planını yapacak. Kimse ona kaybolan 6-7 yılın hesabını soramayacak. O bir sonraki şampiyonada yine protokol tribününde otururken bu milletin bir daha kendi takımını evinde izleme şansı belki de 40-50 yıl olmayacak. Biz sizden madalya istemiyoruz, savaşın, sahada ne yapmaya çalıştığınızı görelim yeter, gerisini biz halledeceğiz.

3 Eylül 2010 Cuma

2010 Fiba Dünya Şampiyonası Türkiye


Gerçek turnuva şimdi başlıyor. Eşleşmeleri takip etmek için resmi site güzel bir tablo hazırlamış.

29 Ağustos 2010 Pazar

Sivasspor 0-2 Bursaspor

Maçın tarafları Galatasaray'ın ilk iki haftada karşılaştığı Sivasspor ve Bursaspor olunca hem alabileceğim bir temel hem de farklı bir maç üzerinden Galatasaray üzerine çıkarım yapabilme fırsatı oldu. Bin kere söyledim belki ama yine söyleyeyim. Süper Lig'in gerçekten nasıl bir lig olduğunun fotoğrafını bu maçlarda çok daha net çekebiliyorsunuz. Türkiye'de üç büyükler algısı rakip takımlar için de mevcut ve bize sunulan bu yeni imkan için fazlasıyla memnunum kendi adıma...

Bursaspor bu ligin açık ara en Avrupai takımı, ilk önce bunu söylememiz gerek. Taktik disiplinden oyunun psikolojisine hakim olmaya, sakin kalmaya kadar klasik başıbış Türk takımı görüntüsünün ötesine geçebilmeleri, benim de Galatasaray maçında söylediğim gibi vasat bir oyunla dahi kazanmalarını sağlıyor. Bursaspor bir hücum takımı değil, daha çok oyununun merkezine alan paylaştırmayı koyuyor. Ön bölgedeki elemanlarıyla, Ergiç-Hüseyin ikilisinin muazzam uyumuyla, beklerini oyuna sokması ve verimli kullanmayı bilmesiyle öne çıkıyor Bursa. Maçlarını yılın bir başka underdogu Young Boys maçı gibi izleyip sonra az pozisyon buluyorlar demek doğru değil bu sebeple. Daha çok oyunu kontrol etmeyi beceriyorlar diyebiliriz.

Süper Lig özellikle Galatasaray'ın 2006 şampiyonluğu sonrasında müthiş bir ivme kazandı. O dönemde ofansif oynayanın parsayı topladığı lig düzeniyle bugünün Süper Lig'ini tanımlayamıyoruz. Bu değişimin en önemli yansıması ise organizasyonu üst düzey olmayan takımların santrforlarının ne kadar kaliteli olurlarsa olsunlar, maç başına bir golü bırakın, üç maçta iki gol atacak performansa ulaşmalarının mümkün olmaması. Fatih Tekke'den sonra 30 gol barajına yaklaşan kral yok ligde. Bu da şampiyonluğa oynamak isteyen her takıma forvetin dışında iyi "ikinci skorer" ya da skorerler bulmalarını zorunlu kılıyor.

Galatasaray'da Harry Kewell, Fenerbahçe'de Alex bu işi üstlenmeye çalışıyor ama bu açıdan çok yalnızlar. Beşiktaş da keza geçen yıl Bobo'nun yanına düzenli skor bulan bir oyuncu sokamadıkları için iyi bir savunma takımı olmalarına rağmen -ki ligin en önemli gerekliliğidir- şampiyonluk yarışında var olamadılar. Bu açıdan Bursaspor açık ara ligin en iyi takımı ve özellikle bu sezon Volkan Şen bu rolünü bu sene daha da ileriye taşıyacağını gösteriyor. Milli takıma seçilmemesini mantıklı bir şekilde gerekçelendiremiyorum ben, bence bölgesinin en iyi yerli oyuncusu. Yarı kanat, yarı merkez oyuncuları bu ligde iş yapar, Arda Turan da stil olarak farklı olmasına rağmen benzer bir profil çizerdi ilk çıkış yaptığı yıl. Geçen yıllarda Volkan Şen'i maç seçmesi sebebiyle çok eleştirmiştim lakin adam oynuyor beyler demenin vakti geldi, geçmekte...

Biraz önceki kontrol oyunundan devam edersek teknik patron Ertuğrul Sağlam'ın tempo ihtiyacı gördüğünde kenardan Sercan Yıldırım'ı sokma gibi bir lüksü var ki bence bugün yalnız kalsa da önce Nunez, sonra Sercan formülünü çok doğru bir tercih olarak görüyorum. Göbekte de Insua'yı yavaştan ısındırma çabaları var. Insua henüz yeterli etkinlik gösteremiyor hücumlarda ama o da vites arttırırsa takımın hücum kimliği de biraz daha ön plana çıkacaktır. Bu müdahelelerle gelen tempoda sol bek Vederson'un içe kayıp kısa diyebileceğimiz türden bir ortayla Volkan'ı kaçırması golü getirdi. Golün arkası zaten Bursaspor'un sazı iyice eline aldığı bölümler ki Sercan'ın kaçırdığı akıl almaz iki pozisyon var 88 sonrası. Blog okuyucularından Arda'nın (Spooky) hatırlatmasıyla geçen yıldan kalma "Avrupa'nın en iyi genç golcüleri" başlıklı yazıya baktım da o listede yer alan birçok isim sıçrama yapmış, başta 15 milyon avroya CSKA'ya geçen Doumbia olmak üzere. Girer girmez pas tekniği ve oyunu okumasıyla farkını belli eden Sercan'ın bu son vuruşlardaki gerilemesi, daha doğrusu güvensizliği hakikaten şaşırtıcı. Kısa sürede aşması gerek bunları...

Galatasaray temelli izlediğim ilk hafta karşılaşmasında Sivasspor'a haksızlık ettiğim kanısına vardım bugün. Gayet derli toplu, kapasitesi belli olsa da homojen bir ekibe sahipler. Mesut Bakkal olabildiğince verimli bir şekilde dizmiş takımı, kanatların konumuna göre 4-2-3-1'den 4-4-1-1'e kaçan bir görüntüleri var. Abdurrahman hâlâ şu ligin en iyi beklerinden biri bana göre, simetriğindeki Ferhat da Sivas ölçülerinde iş görüyor. Onun önüne koydukları ters ayaklı Cihan merkeze kaçıp çok gol buluyor ki Mehmet Yıldız'ın yokluğunda Ankaraspor kıyağıyla Süper Lig'de tutunmayı başaran Sivasspor'un açık ara en iyi transferiydi. Golü koklamayı iyi beceriyor, şutu da var. Sempati duyduğum adamlardan biri. Ceyhun'un gelişi ve Mehmet'in dönüşüyle iyi bir kimya yakaladılar, yakalamak üzereler. Sağ açık oynayan yabancıları Zita'yı da epey beğendiğimi söylemeliyim.

Maçın son çeyreğinde Bursa'nın soldan geldiğini gören Mesut Bakkal, Antalyaspor döneminde ligin en formda sağ bekleri arasına yazılan Uğur Kavruk'u alarak Vederson-Ozan ikilisine çözüm üretmek istedi ama yetersiz kaldı. Golden sonra duran toplarda bence ligin en iyi stoperlerinden olan Sedat Bayrak'ın vuruşu puan da getirebilirdi Sivas'a, olmadı. Enseyi karartmalarına gerek yok, en azından Galatasaray ve Bursaspor maçları performanslarına bakarak bu sezon ligde pek zorlanmayacaklarını düşünüyorum.10-14 arası rahat bir yerde ligi tamamlarlar.

Son olarak Cüneyt Çakır'ın performansını çok beğendiğimi de eklemeden geçmeyeyim, kritik penaltı pozisyonlarında bence çok başarılıydı. Vücut dilinde de geçen sezonlara göre ilerleme var. Hem UEFA'dan gelen üst düzey görevlendirmelerden dolayı özgüveni yüksek, hem de bu işin eğitimini alıyor anladığım kadarıyla. Bu adamı bir derbi uğruna az kalsın yemek üzere olduğumuzu düşününce doğru olduğuna inandığımız pek çok şeyin aslında yakından bakınca öyle olmadığını farkettiriyor insana...

26 Ağustos 2010 Perşembe

kuralar çekildi


Ertuğrul Sağlam,kura hakkında;

''Manchester United tecrübeli bir ekip, hep Şampiyonlar Ligi'nde zirveye oynadılar. Valencia da Şampiyonlar Ligi'nin tecrübeli ekiplerinden, İskoçya temsilcisi ülkenin iki önemli takımlarından. En büyük güvencemiz, Türkiye'de zoru başaran bir ekibimiz var. İnançlı bir ekip var. İlk kez bir Anadolu takımı Şampiyonlar Ligi'nde mücadele edecek. Bu da bize ayrı bir güç katıyor,ama ne olursa olsun gruptan çıkacağımıza yürekten inanıyorum...''



25 Ağustos 2010 Çarşamba

O an...


16 Mayıs 2010 akşam saatleri... Serin,ıssız ve yalnız bir Isparta akşamıydıaskerde olmanın ve şampiyonluğu kaybetmişlik hissinin verdiği üzüntüyle aklım hep Bursadaydı... Koca sene boyunca defalarca dile getirdik, bağırdık, çağırdık, alay edenleri bile kaale alıp haykırdık ; biz alacağız, başaracağız, her şeye rağmen hakettik bu kupayı diye ama, bu kadar yaklaşmışken ve her şey bu kadar rakibin elindeyken içimden geçirmeden edemiyorum : '' Böyle kaybetmemeliydik be kardeşim''

Maç saatinde yakın onlarca askerle beraber tv karşısına geçtik,Dillerden dualar eksik olmazken herkesin yüzünde bir kaybetmişlik hissi. Televizyonu açıp da ''Biz seni kupa alacaksın diye sevmedik'' pankartını görünce yutkundum bi an.

''- Evet ama...

''Böyle de olmaz kardeşim böyle gidemez, bu kadar emek, bunca cefa böyle heba olamaz'' diye haykırasım geliyor.

''Kapat'' diyor yandan birisi ''Diğer maçı aç ''Bursa'm'' her türlü kazanır bu maçı.

Ömrümde ilk defa Fenerbahçe maçını bu kadar heyecanla izliyorum. Üstelik rakibi Bursaspor değilken...

Çok fazla geçmiyor yıkılıyoruz.

''- E herhalde,40 bin kişinin önünde son haftaya gelmişken verecek değil ya maçı,'''Koskoca Fenerbahçe'''...!

Bitti diyoruz,.. Ama gururluyuz.

''Hakettik...Kazanamadık belki ama sonuna kadar hakettik.''

Derken İlahi bir yardım golü olduğuna inandığım gol ile ayaktayız, Bağırmaya bile mecalimiz yok.

-Allah'ım yardım et... diyor biri sadece...

Tedirginlik hali var içeride, birisi dokunsa ağlayacak gibiyiz.

Dakikalar geçiyor, daha doğrusu saniyeler dakika, dakikalar saatler halinde uzayıp gidiyor ömrümüzde.Derken Bursa'da maçı kazanıyoruz. Malum kanal reklama giriyor hemen. Fenerbahçe maçı bitiyor saniyelerin yıllarca sürdüğü bir zamandan sonra.Maç bitiyor ama inanılır gibi değil, seviniyorlar,''Nasıl yani'' aç diğerini diyoruz karşımızda alakasız bir başka maç. Yaka paça halinde biz kazanmadık mı diyoruz birbirimize...Olamadık mı ??

Derken, trt'de ömrümde gördüğüm en güzel yeşil ve ömrümde gördüğüm en güzel beyaz renkle yazılmış bir yazı okuyoruz: BURSASPOR ŞAMPİYON...

Kelimelerin tükendiği yer...

Bütün sezon boyunca şampiyonluk şarkıları söylemiştik yalnız, bu öyle bir duyguydu ki; gerçekliğine inanmak çok zordu... Aklıma hiçbir şey gelmiyor, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.Samimi olmadığım ve kendilerini tanımadığım bisürü asker Bursalı olduğumu bildiklerinden,gelip tebrik ediyorlar beni,fakat bense hala şaşkınım...Çünkü şampiyonluk tebrikleri nasıl karşılanır bilmiyorum.

Hatırladığım tek şey; başımız ellerimizin arasında...

Bir iki gözyaşı ile Trt'de geçen o yazı...

''Bursaspor Şampiyon'' 

24 Ağustos 2010 Salı

Helal olsun Aykut Hoca!

Bugün FB kaybetti,ama maçı 3-2 kaybederken de yıllardır Fb'nin kilşesi olmuş ezber kadroyu bozup,inandığı oyuncularla sahaya çıktı,işte bu yüzden;
Ezbere Kadro kurmadigin icin...
Yillar sonra takimin basinda TD oldugunu hissettirdigin icin...
Alex varsa Kadro onun etrafinda kurulur´a boyun egmedigin icin...
Stoch gibi önemli bir oyuncuyu bu Mac´ta yedek cikarmayi cesaret edebildigin icin...
Semih´i iyi performansindan sonra kesip küstürmedigin icin...


... sana kocaman bir HELAL OLSUN AYKUT KOCAMAN.Skor ne olursa olsun‚ bugün benim icin kazanan sensin. 3-0 kaybedilse de‚bir gram laf etmem senin hakkinda ve gelip savunurum‚ ki bu dogru kadronun kazanacagindan hic süphem yok.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Oezil at Real Madrid

Bu zafer Almanya'nındır. Kutlamak, tebrik etmek gerekiyor. Mesut, Schalke'de ve Werder'deki oyunuyla göze batsa da, onun bir futbolcudan çok daha fazla anlam ifade ettiğini Almanlar bizden daha iyi kavramıştı. Mesut bir projeydi. Ve proje de onların işi... Hem yetenekleriyle, hem de sosyal konumu itibariyle oldukça stratejik bir öneme sahip Mesut'un etinden ve sütünden faydalanmayı başardılar. Bunu yaparken de son derece sistemli davrandılar. Ve bu resim de onların Türkiye Futbol Federasyonuna, ve hatta tüm Türkiye'ye karşı zaferinin resmidir.
Bu proje mutlu sonla Şu resimdeki gövdenin üstüne Nuri Şahin'i koyamadık. Bundan böyle yalnızca yeni Mesutlar değil, Nuriler, Halil ve Hamitler de en doğruyu seçeceklerdir. Zira vicdanlarıyla yaptıkları tercihlerdeki sorumluluğu taşıyacak vicdan ve izan sahibi insanlar yok buralarda. Onların, yalnzıca birer futbolcu değil, çok mühim birer projeler, köprüler olduğunu anlayacak insanlar yok. Tebrikler Mesut, Tebrikler Almanya...
Artık tek şansımız, Almanların kazandığı bu yarışta bizim de kazanmış sayılmamız. Şimdi herkes kendi çapında dersler vermeye devam edebilir.

17 Ağustos 2010 Salı

Kaldığımız yerden...


Sezonun ve Ramazan ayının ilk pazartesi günü,Sıcak,susuzluk,açlık ve özlem gün içerisinde hücum ediyor.Neyse ki akşam oluyor ve onbinler önce iftara sonra aşkına koşuyor.Fakat kapıdan giren seyre dalıyor,3 ay önce konfetiler içinde bıraktıkları evlerini büyümüş ve güzelleşmiş buluyorlar...
Konya'nın "Şampiyonlar Ligi'nde başarılar" pankartını, efsaneleşmiş beste takip ediyor
Ardından turuncular içerisinde şampiyon teşrif ediyor
Yenilenmiş Atatürk Stadyumu'nun dolduranlar alkış yağmuru başlatırken
Bir taraftan da rüyada olup olmadıklarını sorguluyor
Şampiyonun hocası Sağlam yeniliklere ilave yapmak için
Vederson,Nunez ve Stepanov'u da gönderiyor sahaya
İlk onbir ayrı güzel ama oynamayanlar da göz kamaştırıyor
Insua,Sercan,Batalla,Steinert,İbrahim,Bekir,Keçeli
Hangisi oynamalıydı diye düşünürken Turgay sekmeye başlıyor
Belki hocanın,belki Sercan'ın belki de izleyenlerin imdadına yetişiyor bu sakatlık
Zira ring otobüsleri gibi durmadan sefer yapan Nunez'in yanına Yıldırım gerekiyor
O oyuna girince eskiyi hatırlıyor zihinler
Turunculu Sercan'ın Kocaeli'ye attığı goller geliyor akıllara
Yine yapacak derken fırlıyor bir anda
Nunez'in çifte asistine müthiş bir depar,nefis bir çalım ve harika bir golle cevap veriyor
Ona turuncu gerçekten çok yakışıyor...

Tek bildiği oynatmamak olan Ziya Doğan'ın hayalleri ise suya düşüyor
B planı olmayan bir adamın hala iş bulabiliyor olması insana garip geliyor
Belki de bu yüzden yenileri denemeye çekinmiyor Sağlam
Kaptanın yanına tecrübeli fakat ağır Stepanov'u gönderirken
Defanstan topla nasıl çıkılır dersi veriyor
Ancak bu ikilinin karşısına Sercan gibi bir çıkarsa işleri zor görünüyor
Fakat neyse ki Sercan'dan sadece bir tane var ve o da bizde oynuyor
İkinci yarıda Nunez ve Volkan sazı ellerine alıyor
Muhteşem frikiğine,nefis bir rövaşata ekleyen tangocu, boş adam olmadığını gösteriyor
Volkan ise bıraktığı yerden devam ediyor
Hala bencil,hala çalımcı ama hala etkili,hala seri ve hala en iyisi
Geçen sezonki Tandoğan (ofans)-Keçeli (defans) dayanışması terse dönünce
Bu kez Vederson çıkıp,Tandoğan kalıyor
Fakat nasıl oluyorsa Volkan'ın formu artarken Ozan'ın formu düşüyor
Kötü haline umursamaz tavırları da eklenince İpek iyice "gamsız adam" oluyor
Uzaklara değil Hüseyin'e bakanlar aradaki farkı çok net görüyor
Olağan içtenliğine olağanüstü mücadelesini ekleyen Hüseyin, artık göze bile hoş geliyor
O yanında olunca Ivan Ergic bile bir başka oynuyor

4-4-2'de kendisine yer kalmayan Batalla da oyuna girip kendisini hatırlatınca tribünler rahatlıyor,hele bir de tribündeki Insua'yı düşününce yeni umutlara,yeni hayaller ekleniyor,son düdük çaldığında ilk engel de aşılmış oluyor,taraftar takımını,takım da taraftarını çok özlediğini kucaklaşarak gösteriyor,Süper Kupa'yı istemeyen timsahlar ligi hala,yine,yeniden çok istiyor .Dün geceye bakıldığında tünelin ucunda ikinci görünüyor.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Şampiyon sahneye çıkıyor

Şampiyon Bursaspor,bu akşam 21:00'da bizzat benimde stadda bulunacağım maçta,yeni sezona yenilenmiş ve kapasitesi arttırılmış stadında ligin yeni ekibi renkdaşı Konyaspor'u ağırlıyacak.İki takım arasında Bursa Atatürk Stadında oynanan 9 maçın 8'ini Bursaspor kazanırken,1 kez de beraberlikle sahadan ayrılmışlar,Buda Bursasporun Konyaspor'a karşı ezici üstünlüğünü ortaya koyuyor.



Konyaspor'a baktığımızda geçen yıla küme düşen Diyarbakırspor'un iskeleti ile sahaya çıkacağını görüyoruz.Hatta Ziya Doğan'ın takımı bedava kurdum demesi takımının kalitesini ve beklentisini bir nebze ortaya koyuyor.
Muhtemel 11: Gökhan, Basem, Erdinç, Kere, Ufukhan, Emre Toraman, Montano, Hakan, Adnan, Erdal, Tazemeta

Bursaspor'da yeni transfer arjantili maestro Federico İnsua dışında eksik bulunmuyor.Stadın tamamen dolduğunu ve biletlerin tükenmek üzere olduğu Bursa'da,25.000 ateşli seyirci ve saha avantajını kullanacak Bursaspor'da ise Ertuğrul Sağlam kazanmak durumunda olduklarını futbolculara adeta enjekte etmiş durumda.
Muhtemel 11: Ivankov,Ali Tandoğan, Ömer, İbrahim, Vederson,Volkan Şen, Ergiç,Batalla,Ozan,Sercan, Leonel Nunez

Ertuğrul Sağlam Bursaspor'a geldiğinden bu yana 1.5 sezon boyunca hiçbir zaman üstüste 2 maç kaybetmeyen Bursasporun Trabzonspor mağlubiyetinden sonra bu istatistiğini devam ettireceğini ve fazla zorlanmadan maçı kazanacağını düşünüyorum.

15 Ağustos 2010 Pazar

Mamadou Niang

Bugün Fenerbahçe taraftarının yüzünü bile görmek istemediği Daniel Güiza, iki yıl önce santrfor arayan Aziz Yıldırım ve yönetimi için doğru transferdi. Haklıydılar da. Dünyanın en iyi iki liginden birinin 27 gol atarak gol krallığını kazanmış, İspanyol milli takımında oynayan bir adamı alıyorlardı. Bugün Niang da yaklaşık aynı kriterlerle tercih edilmiş bir isim. Fransa Ligi'nin son gol kralı ünvanıyla ayak basacak İstanbul'a. Peki aradaki fark nedir? Güiza'yı böylesine kötü yapan ve Niang'ı göklere çıkartan... 3 Büyükler için her zaman marka santrfor gerektiğine inanırım. Tecrübeli, yetenekli olduğu kadar büyük takım topçusu olan, şampiyonluk baskısını omuzlarında hissetmiş golcüler gelmeli bu ülkeye. Güiza'nın yeteneklerini tartışmak komik olur. Güiza iyi profesyonel değil, onu geldiği günden bu yana İstanbul dışında bir villa verip, bunalım takılmasına sebep olan yöneticiler de iyi yönetici değil. Her insanın özel hayatında sarsıntılar olur, kısmet ki Güiza'nın yaşadığı sarsıntılar Fenerbahçe dönemine denk geldi. 2 yıl boyunca sahada ayaklara yere sağlam basmayan, güçsüz, çelimsiz, yüzü kedere batmış bir "golcü" izledik.Güiza, küçük takımların büyük golcüsü olmadığını Fenerbahçe'de ispatlayabilirdi. Başaramadı. Niang'ı İspanyol'dan ayıran budur. Niang, büyük takımın büyük golcüsü olduğunu Strasbourg sonrası Marsilya basamağında kanıtladı. 5 sezon boyunca 10 golün altına düşmedi. 19 yıl sonra gelen şampiyonluktaki payını "Gol Kralı" olarak yazdırdı kulübün duvarına. Niang'ın Fenerbahçe'de başarılı olması için bu yeterli sebeptir.Lorik Cana'dan kaptanlığı devralan Niang, Arnavut oyuncunun ardından aynı ligin yolunu tuttu. Onlar artık aynı formanın değil farklı yakaların futbolcusu. Fransa basınında çıkan aylık 480 bin Euro ücreti abartı bulduğumu belirteyim. Bu rakam brüt bile olsa, net rakamın 4.5 milyondan fazla olması pek anlaşılır değil. (Fransız basını Marsilya'da 320 bin brüt alan Niang'ın %50 zamla 480 bin aldığını, ayrıca açıktan 1 milyon Euro imza parası aldığını iddia etti ) Fenerbahçe tarafında rakamın 3.5 milyon Euro olduğu söyleniyor.Niang, ikili mücadelerde ayakta kalan yapısı, son vuruş ustalığıyla Fenerbahçe için nokta transfer. Amatör futbol oynarken işler yolunda gitmeyince 20 yaşında futbola bir dönem ara veren, o günlerde bir süpermarkette çalışan Niang, Fransa'nın sert çocuklarının şehri Le Havre'da yetişti. Onu parlatan, patlama yapmasını sağlayan teknik adam ise Zidane'ı da bize hediye eden Jean Fernandez. Niang 24 yaşında kiralık gittiği Metz'de kariyerinin en önemli virajını döndü. Takımı 2. ligden bir üst lige çıkarken (partneri Adebayor idi), bonservisini elinde tutan Troyes o sezon küme düşünce, 1. Lig'de kalmaya karar verdi ve Strasbourg'a gitti. İki sezon 21 gol... Marsilya'da 5 sezon ve 10 yıllık Fransa kariyerinde 100 gol...