24 Kasım 2011 Perşembe

Chuck Palahniuk

Chuck Palahniuk’u severim. Bir yazar olarak tanımasanız bile tarzına Fight Club(Dövüş Kulübü) adlı kitabından yola çıkılarak çekilen aynı adlı efsane filmden aşinasınızdır (ya da Türkiye’de yasaklanan romanı Ölüm Pornosu‘na ait haberlerden).
Her bir kitabı (benim için) başyapıttır, hepsini bir solukta okudum; sizlere de kesinlikle tavsiye ederim.
Yazarlara 13 tavsiye
ve kendisinin en beğendiğim sözü; " dünyanın en yakışıklı, zengin, başarılı adamı da olsan; bir kadın seni çocuklarının babası olarak hayal edemiyorsa; sıfırsın. "

22 Kasım 2011 Salı

Ermeni Soykırımı Üzerine...

Siyaseti konuşmaya başlamak, kendi fikrinin haklılığını ispata çabalamaya götürüyor. Bu kısır döngüden çıkmak mümkün değil. Siyasi konularda konuşmayı / tartışmayı oldum olası faydasız bulmuşumdur. Benim için siyaset ‘okunur’. Okunur ve fikir alınır, kafada süzülüp bir sonuca varılır. Üstelik şart da değil bir sonuca varmak. Konuşmak hep işin yüzeyselliğinde bırakır insanı. Yorucudur, zordur.
Neredeyse herkes en doğru görüşe kendisinin sahip olduğundan emin; yetmez gibi dünyanın geri kalanı da aynı öyle olsun ve olmayan da azalarak yok olsun istiyor. Bu eksenden yola çıkınca ‘Ermeni soykırımı‘ tamlaması öyle bir şey ki nasıl kullandığınız bile önem taşıyor.
Tarih, temsili demokrasi, halk iradesi ve boykot
İnsanlığın kollektif vicdanını ne temizleyebilir? (Buchenwald Toplama Kampı / 1945)
Bu konu hakkında burada bir şeyler yazacak kadar bilgi sahibi olduğumu sanmıyorum. Bilgi sahibi olduğunu iddia edenleri dinleyip, kaynakları tarayıp bir karar vermeye çalışıyorum. (Türkiye bakış açısıyla genel hatlar için http://www.belgeler.com/blg/1zv7/mondros-mutarekesi-sonrasinda-istanbul-basininda-tehcir-davalari-deportation-trials-in-post-mondros-ceasefire-istanbul-press tavsiye ederim). Belge-bilgi konusunda da kıt bir konu değil bu. Türk yetkililer sürekli “arşivleri açalım” diyor ama ben internete aktarılmış bir şey bulamadım bunca arayışıma rağmen. “Arşivleri açtık” deseler belki epey insanın gazını da almış olacaklar. Çok da zor olmasa gerek.
Etrafta hararetle bu konuyu konuşanların tam olarak olayı bilip bilmediğini çözemiyorum. Bazıları meseleyi bile anlamamış gibiler. Ama herkesten çok lafları var ağızlarında. Döküp saçıyorlar.
‘Güzel kızlar kaka yapmaz’, bir mantıkla tarihe bakmak hem kolaycılık hem de insanın kendi aklına hakaret. Elinde güç bulunduran her yapı kimi zaman çizgi dışına taşabilir. Devlet kimi zaman halkına toplu bir zulüm uygular, kimi zaman belirli bir grubu hedef seçer.
Halkı korumak için örgütlenen resmi kurumlar (polis, asker, jandarma, vs) yeri gelir kendi halkını katleder, döver, işkence eder. Bunlar halkı o kurumlara düşman etmez. Hep ‘içlerindeki kötü niyetli bir grup’ olarak yorumlanır. Vicdan böylesine inanmak ister çünkü aksi takdirde tek yol isyan etmektir. Halk ise genellikle uzlaşma eğilimindedir. Razıdır.
Hatta öyle haller olur ki Stockholm sendromu misali bazen mazlum zalime vurulur.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Beni Unutma


Burcu olmasaydı, ısrar etmeseydi açıkçası hiç gitmeyecektik bu filme, zaten bilseydim ruhumuza bu kadar acı çektirmezdim, sinemaya gidip, zevkime ve beynime acı çektirdiğim 2 saate üzüldüm doğrusu filmden ilk çıktığımız anda. Filmi izlerken sürekli olarak kendimi karakterlerin yerine koyarak hareket etmem, sahneler, cümleler, akan gözyaşlarıma engel olamadı doğrusu, aslında benimki çok da önemli değil de, Burcu'yu ağlatması daha da üzdü beni.

Hani bazen bir filme gidersiniz, çok etkilemese de bir yerden yakalar ya sizi işte bu filmde tam bu filmlerden Mert Fırat'ın samimi oyunculuğunu, Açelya Devrim Yılhan'ın farklı güzelliğini ve yüzünü dökme küçük kız'ı hatırlayacağım ben bu filmden....ve bir de şu repliği : ''Sana dünyaları sunan değil, dünyasını sunan erkeği sev... ''
Filmin Resmi Sitesiwww.beniunutmafilm.com/

11 Kasım 2011 Cuma

Sil Baştan - Ken Grimwood

Benim için alıp,okuyacağım bir kitabın kitabevinde bulunduğu kategori çok önemlidir. İlk tercihimi burada yapmaya çalışırım olabildiğince, Roman/macera, kişisel gelişim, Türk/Amerikan/Avrupa/vs Edebiyatı gibi pek çok kategori başlığının altına gidiyorsunuz. Aklımda bir kitap olmadığı sürece serbest atış yapar, bilinçaltımın bilmediğim süzgeçlerinden geçerek gözümün “bir şekilde rastlantısal olmayan” takıldığı başlık ve kitap isimlerine, kitap kapağına ve arka kapak yazısına referansla içgüdüsel bir kitap seçimi yaparım. Arka kapak demişken:

Ken Grimwood’un sıradışı eseri Sil Baştan, zihninize şu soruyu kazıyor: Geçmişte yapmış olduğunuz hataları bilerek hayatınızı tekrar, tekrar ve tekrar yaşamak zorunda kalsaydınız ne yapardınız?
43 yaşındaki Jeff Winston bu şansı birkaç kez elde eder. Heyecanını yitirdiği evliliği ile geleceği olmayan işi arasında sıkışıp kalmıştır ve hiç beklenmedik bir anda ölüverir. Tekrar hayata gözlerini açtığında ise takvimler 1963 yılını göstermektedir. O sabah 18 yaşında, üniversite yatakhanesinin duvarlarına bakarak uyanır. Her şey eskisi gibidir… Tek bir fark dışında: Jeff geleceği avcunun içi gibi bilmektedir. Futbol ligi final maçlarından at yarışlarına kadar kimin kazanacağını, Wall Street’te köşeyi dönmek için hangi şirketlere yatırım yapmak gerektiğini…
Yalnız, bilmediği bir şey vardır: Neden hayatını sil baştan yaşamak zorundadır? Sevdiği her şeyi ve herkesi kazanıp kaybetmeye daha ne kadar devam edecektir? Birçok dile çevrilen ve listeleri alt üst eden Sil Baştan hayatın karmaşık döngüsünü sorgularken hayal gücünüzü de sonuna kadar zorluyor.
Sil Baştan ortalarına kadar sıkıcı olduğunu söylemekle beraber, aslında çoğu elit kitabın bu şekilde olduğunu da belirtmeliyim. Konuyu kavramaya çalışıyorsunuz falan, kitabı okurken aynı zamanda tahmin de ediyordunuz bazı şeyleri , ben olsam şöyle yapardım böyle yapardım diye . Cinsellik, bazı sayfalarda haddinden fazla sık sık işleniyor ama biraz dozu aşmışcasına. Sonu bir kesinliğe bağlanamıyor ve merakta bırakıyor! Bir zaman sonra takip edemiyorsunuz kitabı, sürüklenip gidiyorsunuz çünkü olaylar komplike ve çok seri geliyor. Genel olarak beğendim , Harlan Coben' in tattırdığı duygulardan mahrum bırakmadı, kitabın içine girebildim sadece satırlardaki yazıları görmedim yani. Okuyun derim farklılık olur. Bana Ethernal Sunshine of Spotless Mind filmini de hatırlattığını ek olarak belirtmeliyim ama filmin 2004'te çekildiğini kabul edersek birbirinden bağımsız olduğunu anlayabiliriz. Ayrıca en beğendiğim kitap kapağıdır, sade ve tatlı. Altını çizdiğim sözlerden: ''Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez ve çok yakından incelenmiş bir hayat da intihara değilse bile deliliğe yol açabilir.'' 

30 Ekim 2011 Pazar

One Day


İzlediğimiz süre boyunca (107 dk) çoğunlukla boğazımın düğümlenmesine, yerli yersiz iç çekmeme ve dex karakterine üzülmeme sebep olmuş, sonu, daha filmin başından çok da anlaşılamayan, hüzünlü, dokunaklı, sevimli, düşündüren ve artık en sevdiklerimin arasında yerini almış bir film oldu kendisi. Hayatın tam içinden olan hikayesinin yanısıra Jim Strugess ve Anne Hathaway inanılmaz oyunculuğu için de ayrıyetten izlenebilir. Bir defa izledim, yine olsun yine izlerim... Filmin doğallığı, bende yarattığı hissiyata uzun zamandır bir filmde karşılaşmamıştım yada ne bileyim filme dair beklentilerim bu derece değildi, ondan çok beğendim sanırım.

ve filmden aklımda kalan 2 cümle:
dex: i'm so much better when you're around.
em: i'm alone, not lonely.

Güzel vakit geçirilebilecek, bir onlara bir kendinize bakıp, sizi düşünmeye itecek vede pişman olmayacağınız türden bir film.
Filmin resmi sitesi : http://focusfeatures.com/one_day


25 Ekim 2011 Salı

Muammer Kaddafi üzerine


Kaddafi hakkında 1 yıl öncesine kadar zerre bilgisi olmayıp şu günlerde izlediği uydurma haberlerle beyni yıkanmış, günü birlik yaşayan ve Kaddafi'yi cidden "zorba, halk düşmanı" sanan adamlara laf anlatma gibi bir amacım yok kesinlikle. Kendisi arap dünyasının yetiştirdiği ender liderlerden biriydi, hayatını ülkesine adamış, daima emperyal güçlere, ulusunun çıkarları uğruna kafa tutmuştur. Sağlığında arap birliği için çok çaba sarf etmişti ama bu sefer ölümü bir birlik doğurabilir. Çünkü o artık arap dünyası için vatanını haçlılara karşı savunmuş ve bu uğurda "şehit" olmuş bir efsanedir bana göre. Bu adam Çağrı ve Ömer Muhtar filmlerinin prodüktörüydü. Ölümüne sevinen yavşaklar yine ramazan ayında manevi orgazmlar eşliğinde çağrı filmini izlerken, bunların hiçbirini bilmeden iç geçirecekler ya ona üzülüyorum işte... Öleceğini bile bile vatanını terk etmemiş ve "ya şehit olurum ya zafer kazanırım" demiş birinin vatan sevgisi daha nasıl açıklanabilir.
Böylesine bir ölüm arap dünyasında çok ciddi bir infiale ve reaksiyona yol açmasını bekliyorum, Erdoğan'ın da kendi ifadesiyle "eşbaşkanı" olduğu BOP'un kuzey afrika ayağı olarak öngörülmüş "arap baharı" olarak sunulan bu cia organizasyonuna karşı arap dünyasında bir birlik oluşabilir. Bir modern çağ haçlı seferi sonucu gelişen olaylar neticesinde barbarca öldürülen Kaddafi'nin öldürülmesi, katili olan cahil, satın alınmış gericilerin tekbir getirmeleri ironinin en uç noktasıydı bana kalırsa. Aylardır devam eden nato uçaklarının bombardımanları, silah, para yardımları varken hala ciddi ciddi kendisini 3-5 çapulcunun devirdiğini sananlar var. Vahşilerin eline geçmeden önce konvoyuyla geri çekilirken nato uçakları tarafından yapılan bombardıman sonrası yaralanması dahi herşeyi açıklıyor esasında.
Kaddafi o kadar serveti olmasına rağmen kendisi ve ailesi ülkelerini terk etmeden, kaçmadan söz verdiği gibi savaşarak öldü. Acaba onun yerinde biz olsak ne yapardık? Hoşçakal Arap Dünyası'nın CHE 'si, hoşçakal Arap Sosyalizmi'nin öncüsü, hoşçakal onurlu adam. Ruhun şad olsun!

23 Ekim 2011 Pazar

Canın Sağolsun AZİZ'im

..stada ilk girdiğimizde bir Bursa maçından çok, sanki milli maça gelmişiz havası uyandırdı bende, nitekim böyle de olması gerekiyordu en nihayetinde, 24 şehidimizi gözrmezden gelemezdik elbette. Bursapor taraftarları olarak bizler bu konuda ''teröre lanet'' konusunda belki de ülkenin en çok dikkati çeken taraftarlarıyız. Bu sebepten ötürü genelde gergin geçen Bursa-Trabzon maçları, böyle özel bir durumdan ötürü gayet samimi ve sıcakkanlı bir ortamda başladı. Sahada Trabzon’un ilk 11’indeki 4 yeni transfere karşılık bizim tam 5 yeni transferimiz vardı ama Ertuğrul Sağlam 4’üncü yılına giren temel oyun planına radikal müdahaleler yapmadığı ve de transferde bu plana uygun adamları kadroya kattığı için aşağı yukarı aynı futbolu devam ettirmeyi sürdürdük. Yine kenarları iyi kullandık, yine duran toplarda etkiliydik; belki kazanıyor/belki kaybediyoruz ama hâlâ (büyük takımlar dahil) herkese karşı karakteristik futbolumuzu oynamaya devam ediyoruz aslında. Maçta da bunun eksi ve artılarını fazlaca gördük. Maç boyunca oyunu tamamiyle sirkülase etsek de, bitirici oyuncu eksikliğini yine hissettiğimiz bir maça tanıklık ettik. Keny Miller'ın neden takımda tutulamadığını bu maçta bir kez daha sorum kendime. 


Aslına bakarsanız futbolun bir skor oyunu olduğunu gözardı ederek maça bakarsak, bizim açımızdan herşey muhteşem olarak değerlendirilebilir. Ozan'ın savaşça mücadelesi sonrası , Sestak’ın golüyle öne geçtiğimizde hem moral hem de güven bulduk. Trabzonspor’u kendi kalesine yaklaştırmayan ve oyunu kontrolünde tuttuğumuz anlarda, o ana dek Türkiye'nin en formda oyuncusu Serdar Aziz’in yaptığı hatalı pası ile adeta yıkıldık diyebiliriz. Kazanılan penaltıda Süleyman Abay'ın hatalı hatasız olduğundan çok, milli oyuncumuz Burak'ın bu tür ucuz harekette bulunması beni açıkçası üzdü. 1-1 sonrasında 10 dakikalık bir şokun ve duraklamanın ardından oyunu yeniden rakip yarı sahada oynamaya başladık. Ancak çok adamla kendi yarı sahasında oynayan Trabzon karşısında pozisyon üretmekten çok uzaktık.


Bjk ve G.Saray’a iyi oynayarak & fazla pozisyon vermeyeden kaybeden Bursasporumuz, Trabzonspor karşısında da benzer bir görüntüyle kazanabileceği maçı berabere bitirdi. Ama sonuçta belli bir kalitede oluşumuz kimseyi olumsuz bir havaya sokmamalı, biraz beceri ve sonuç odaklı hareket ettiğimizde seri galibiyetler gelecektir, bunun da Orduspor deplasmanında başlamasını bekliyorum.


20 Ekim 2011 Perşembe

yorumsuz

Tarih : 19 ekim 2011, Saat 12.20 Çukurca'da 26 Şehidimiz & 25 yaralımız olduğu anlarda çok değerli ve kaliteli tv kanallarımızın yayın akışı ile dünyanın önde gelen kanalların yayın akışları.

atv : müge anlıyla tatlı sert (süleymanı kim kaçırdı, atı kim öldürdü )
show tv : saba tümerle bugün ( portakal suyunun yararları )
kanal d : aşk-ı memnu (kim kimin amcasının karısıyla yattı bahcıvanı kım zıplatacak)
star : yemek programı
trt1 : televizyon dizisi ( sakarya fırat )
fox : hayat bilgisi ( hoca camide )
tv8 : cengiz semercioğluyla magazin ( kimin eli kimin cebinde )
kanaltürk : aş kendini ( gezi programı londrada )

BBC : live in istanbul Turkey ( about terror attacks)

CNN : live in istanbul ( about terror attacks)
RAI : live in istanbul ( about terror attacks)
RTL : live in istanbul ( about terror attacks)


YORUMA GEREK VAR MI?

17 Ekim 2011 Pazartesi

Ya Yeneriz, Ya Yeniliriz


Herzamankinden bambaşka bir pazar günüydü benim için, aşkımla ilk kez bir maça gidecek olmanın verdiği coşku, heyecan ve merakla, yorucu bir metro yolculuğundan sonra Türk Telekom Arena'ya geldik. Bir Bursasporlu olarak GS'lılar arasında izleyeceğim ilk maçta değildi bu, daha öncede izlemiştim ama bu sefer herzamankinden çok daha fazla küfür edilmesi, Bursasporun ne kadar büyüdüğünün bir göstergesi olarak geldi bana,  o kadar motive olmuş bir GS ve taraftar kitlesi vardı ki stadta, sanırsınız, bir final maçı. Böyle soğuk ve yağışlı bir havada 36 bin kişiyi biraraya getirmek sarı kırmızılılar için ancak bir fb maçında olabilirdi, bunun Bursaspor karşısında olması verdikleri ehemmiyetin göstergesiydi. Doğu tribünü'ndeki yerlerimizi aldığımızda, 3 bin Bursasporlunun tezahüratları, bir deplasmandan çok Bursa Atatürk Stadı'ndaymışız hisleri uyandırdı bende.

Maçın başlama düdüğüyle birlikte daha ilk dakikada Sestak'ın kafası bizim açımızdan maçı farklı bir duruma sokabilecekken, 21. dakikadaki Elmander'in golüne kadar olan kısımda gs'ın maçı tek başına sirkülase ettiği ve sonucunda da defansımızın E.Baytar'ı izleyerek attırdığı gol bize yakışmadı. Sonrasında zaman zaman hareketlensek de, hucüm anlamındaki belirsiliğimiz, Sestak mı, Turgay mı soruları en az bizler kadar, sahadaki oyuncularında kafasını karıştırmış olucak ki, sonuca giderken kime odaklanacaklarını bir türlü çözemediler.

Maçın ikinci yarısıyla birlikte bambaşka bir Bursaspor vardı sahada, gerek oyun dizilişi açısından gerek pozisyon zenginliği, oyuncularımızın soyunma odasında Sağlam ultimatom aldıklarının göstergesiydi. 64. dakikadaki değişiklikler bizi daha da ateşlerken, gs'ın adeta kendi yarı alanına hapsolması, tribünlerinde de ölüm sessizliğine sebep oldu.4-4-2 sistemine dönüp,bütün hucüm oyuncularını sahaya süren Sağlam'ın bu hamlesi ''ya hep,ya hiç'' mantığında olduğunun göstergesi olurken, bu düşünce saha içinde çok geçmeden meyvelerini verdi. Sercan Yıldırım'ın bizdeki son ayları dahil en faydalı işe imza atarak gönderdiği topta, Serdar Aziz'in Premier Ligvari korner organizasyonundan attığı müthiş golle eşitlik yakalanırken, golden sonra her zamanki gibi kendi sahamıza kapanarak yediğimiz gol, bizi deyim yerindeyse kursağımızda bıraktı.

Bunun dışında Milan Baros'un atığı ikinci golden sonra maçın 88. dakikasında koşarak çıkmamız sonucunda toplam 15 dakikada levent metroya ulaştık. Güya yeni stad, avrupa standartlarında ama bana göre damı akan bir gecekondudan farksız bi stad olmuş arena. Oradaki soğuk rüzgarları nasıl hesap etmemişler, anlam veremedim. Staddan koşarak kaçarcasına çıkmak farklı bir deneyim oldu bizler için zira. Bu şartlarda gs bu stadı 1-2 maç dışında dolduramaz kesinlikle.

Dipnot : Bu maçla birlikte iyice idrak ettim ki Bursaspor'umuz kıçını yırtsa penaltı kazanamayacak bu ligde. Maç sonunda "Penaltımız verilmüyüüüüür, hakemler bize karşııııı" diye ağlayan galatasaraylılar; herhalde bizim üst üste 42 maçtır penaltı kazanamadığımızı bilmiyorlar. 42 maç lan 42 maç! Tamam, ağlamayana meme yok biliyorum ama, 42 maçtır biz sizin bu maçta ağladığınız kadar ağlamadık.. Şurada 10 maç penaltı verilmesin Galatasaray'ya, "hakemleeeeeer, federasyooon, lölöllöööö" diye ağlaşıp durursunuz. Ayıp yahu ayıp be... He doğru neydi, siz büyük takımdınız dimi? ok, kib, bye..

9 Ekim 2011 Pazar

Tutunamayanlar


Öncelikle kitabın 724 sayfa ve baştan sona derinlikli bir kurgu içerdiğini belirtmeliyim, bu yüzden baş kısımları biraz can sıkıcı gelebilir.Kitap osmanlıca ve öztürkçe kullanılarak yazılmış Oğuz Atay tarafından. Kitabın belli bir kısmında hiçbir noktalama işaretlerinin kullanılmadan, düz ve özensiz bir şekilde yazılması da çok dikkat çekiciydi benim için. Açıkçası uzun bir süreden sonra tekrardan yeni yeni kitap okuma alışkınlığı edinmeye çalışan ben bile böyle bir kitabı 2 haftalık kısa bir süreçte bitirdiğim için oldukça şaşırdım kendime. Kitabı okumaya başladığınızda, size iç sıkıntısını vererek başlayacağını da önceden söylemeliyim, en azından bende böyle oldu. İç sıkıntısını öyle gerçek anlatmış ki her zamankinden bir fazla kusası geliyor insanın dünyanın içine, bu kitabı okurken. Ayrıca Zeki Demirkubuz'un '' Masumiyet, Yazgı, Üçüncü Sayfa'' daki film karakterlerinin bu romandan çıktığını da kitabı bitirdikten sonra belki sizde farkedebilirsiniz.

Kitabın içeriğine değinecek olursam, okuyucuyu doğrudan hedef alan türde bir anlatıma sahip. Kitapta iki çeşit insan tipinin varlığından bahsediliyor. Biri normal insanlar yani kendini bulunduğu kültür ve Batı kültürü arasında dengeleyebilmiş, hayatlarında verilen her türlüişi ve sosyal yükümlülükleri layıkıyla yerine getirebilen yani tutunabilen insan. Diğeri ise Tutunamayan insan ise olaylar karşısında şaşkın, her ne kadar öyle hissedilmese de, büyük bir mekanizmanın parçası,  güvensiz, melankolik ve insanlarla olan iletişimlerinde çekingen insanlar. Öyle ya da böyle, bir şekilde ucu sana, bize dokunan bir kurguya sahip bir kitap bu. Kurgunun içinde bir yerlerde olduğunu bilerek, kitabın içinde aldığın roller hoşunuza gitmeyebilir, bir sayfanın içinde Turgut Özben olan yanını görürsün, dahil olduğun can sıkıcı ritüellerle dolu yaşamın soğukluğu, bayıklığı ve aslında amaçsızlığı iç sıkıntısıyla doldurabilir seni. Başka bir kısımda içindeki Selim'i görürsün. Turgut'luğunu seçmene sebep olan yani toplumun taleplerine karşı kendinden verdiğin tavizler, tatsız bir şeyleri mesela sahte başarıların anlamsızlığını hatırlatabilir.

Eğer bu ve benzeri şeyler, seni bir şekilde yorduysa, kitabı okurken Selim'in çocukluğu canını sıkıp "iyi ki ben Selim gibi değilim, Turgut gibiyim" diyorsan, göğsünde karabasanlar hissedeceğin sayfalar gelir üzerine üzerine. İşte bu, kişinin kitabın toplumun muğlak bilincine karşı koyan gerçekliğine karşı bilinçdışı verdiği tepkidir. Çünkü sığlık bir bakıma çoğumuzun sığındığı bir biçimdir. Sürüden ayrılmak istemeyiz, sürüye karşı koyamayız, oyun dışı olup kenardaki olmak istemeyiz. Tüm bu davranışlarımızın özünde hep bir şeylere dahil olma arzusu yatar. Bir şeyleri kaçırmamışlık yaşamak adına, kendi benliğimizi bir yerlere fırlatıp toplumun bize dayattığı benliği, davranışları, oyunları, ruhani orospulukları kabulleniriz.

Tüm bu anllattıklarımdan yola çıkarak şunu söyleyebilirm ki, bence tutunamayanlar anlamaya çalışarak okunacak kitaplardan. Hani denir ya "bi gun bi kitap okudum, butun hayatim degisti.." diye işte bu kitap da tam böyle. Belki de kendimde Selim'le birebir benzerlikler bulduğum için bana öyle geldi ama bir şekilde bu kitabı okumanız gerektiğini kesinlikle söylemeliyim.
''- herkes geçer diyor. geçer mi olric ? herkes ne bilir acımı. herkes ne bilsin acımızı. yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan iyiymiş gibi yapmaktan.. nefes alıp onu içimde tutmaktan ve o nefeste boğulmaktan sıkıldım. ki nefessizlikten değil, nefesten boğulmaktır marifetimiz olric.
- evet efendimiz.
- bana katıldığını bilmek güzel. arada ses verme...n güzel. içimin.. sesi de olmasa ölürüm yalnızlıktan..''

6 Ekim 2011 Perşembe

Aç kal, budala kal


Az evvel uykumdan uyanıp, biras internete göz atmak istediğimde bu acı haberle karşılaştım. ''Steve Jobs öldü.'' Kendisi benim hayattaki gerçek manadaki tek rolemodeli'mdi. Yaşadıkları, hayatı, düşünceleri ve yaptıklarıyla beni her daim motive eden bir insandı. ''Ruhun şad olsun Steve...'' Aşağıda kendisinin Stanford mezuniyet töreninde yaptığı veda konuşmasının son bölümlerini okuyacaksınız. Yazının tam metnini de sondaki videoda izleyebilirsiniz.


'' Ölüm, yaşamın tek ‘en iyi icadı’dır. Yaşamın tek ve gerçek ‘değişim aracı’dır. Yeniye yer açmak için eskinin ortadan kaldırılması gerekir. Şu anda yeni olan sizsiniz, ancak çok da uzak olmayan bir gün, ‘eski olan’ da siz olacaksınız ve siz de silineceksiniz yaşam sahnesinden. Böyle üzücü ve hatta ürkütücü bir konudan söz ettiğim için üzgünüm ama… Bunların tümü gerçektir.


Zamanınız sınırlı. O sınırlı zamanınızı, başkasının yaşamını yaşayarak harcamayın. Başka kişilerin düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşanan yaşam, dogmaların tuzağına düşmek demektir. Başka kişilerin düşüncelerinin gürültüsü, içinizdeki kendi sesinizi bastırmasın. Daha da önemlisi, yüreğinizin ve sezgilerinizin peşinden gidebileceğiniz denli bir cesarete sahip olun. Sizin gerçekten ne olmak istediğinizi ve nereye gitmek istediğinizi, en iyi onlar biliyorlar çünkü… Yüreğiniz ve sezgileriniz… Onlara inanın, onlara güvenin…


Gençliğimde, ‘Dünya Kataloğu’ adlı bizim kuşağın başvuru kitaplarından biri olan güzel bir yayın vardı. Stewart Brand adlı bir kişi çıkarıyordu bunu. 1960′ların sonuydu, bilgisayarlardan ve masaüstü yayıncılıktan önceydi. İdealist bir yayındı, çok güzel bilgilerle, öğretilerle, kavramlarla doluydu. Stewart ve arkadaşları, bu ‘Dünya Kataloğu’ adlı yayınlarını ancak birkaç sayı çıkartabildiler. 1970’in ortasıydı. O yıl ben, sizin şimdi olduğunuz yaştaydım. ‘Dünya Kataloğu’ kapanmadan önceki son sayısının arka kapağında, ilginç bir fotoğraf yayımlamıştı. Sabahın erken saatlerinde çekilmiş, uzayıp giden bir yolun fotografıydı bu. Altında da şunlar yazıyordu: ‘Sizi aç kalmanız rahatsız etmiyorsa, aptal kalmanız da rahatsız etmeyecektir

Onların veda mesajı buydu.‘Sizi aç kalmanız rahatsız etmiyorsa, aptal kalmanız da rahatsız etmeyecektir.’ Bu sözü kendime, kendim için çok kez söylemişimdir. Şimdi ise, birazdan diplomalarını alıp, yaşama ilk adımlarınızı atacak olan size, sizin için söylüyorum: ‘Sizi aç kalmanız rahatsız etmiyorsa, aptal kalmanız da rahatsız etmeyecektir.'

Hepinize çok teşekkürler.''

Steve Jobs




1 Ekim 2011 Cumartesi

Gençler'i yendik,kendimize geldik


Bilet kuyruğunda fazla beklememek için hızlıca hareket edip, stad önündeki biletix gişelerine geldiğimde anladım ki, bu maçı bizbize, gerçek Bursaspor sevdalılarıyla beraber izleyeceğiz. Her nekadar içim burkulsa da, taraftarların maça gelmemelerindeki sebepleri düşündüğümde bir nebze olsun onlara hak vermedim desem haksızlık etmiş sayılmam. Bursaspor taraftarları olarak bizler, esnaf ve işçilerden kurulu olan, çoğunluğu asgari ücrete tabi olan, haftada 2 maça gelip 100 TL'yi gözden çıkaramayacak (2 maç ücret,+yol+yemek vs.) kişilerden oluşan bir orta-alt kitleye sahip bir taraftar profiline sahibiz.Yönetimin bu durumu ısrarla görmezlikten gelişi daha ne kadar devam edicek merak ediyorum doğrusu.

Abitoğlu'nun düdüğüyle başlayan mücadelede Sestak ve Basser ikilisinin oluşturduğu, G.Birliği sol kanatını deyim yerindeyse hallaç pamuğu gibi atmıştık ki, Fuat Çapa durumu çabuk fark edip,oraya çift sağ bek önlemini alarak açığı kapatmaya çalıştı. 14. dakikada Mumunga'nın direkten dönen kafası yüreklerimizi ağzımıza getirirken, geri kalan dakikalarda her iki ekipte birbirine net bir sütünlük sağlayabildi denemez. Ta ki, ilk yarının son dakikalarında Basser'in ikinci kez üstüste ortasını iyi takip eden Ozan İpek'in kafasıyla durum 1-0'a gelene kadar. 

Oyunun 2. devresi aynı 11'ler ve ilk yarıdaki dengeli oyunla devam ederken, Sağlam'ın 64. dakikada her zamanki gibi bekleneni veremeyen (FC Gomel deplasmanı hariç) Insua'nın yerine 10 numaramız Battala değişikliğini yapmasıyla bir anda tüm dengeler değişti ve Bursaporumuz bambaşka bir kimliğe büründü.Oyunda kaldığı 25 dakikaya tam 3 asist sığdıran Battala, hem takım arkadaşlarını, hemde az sayıdaki bizleri coşturmasını bildi. (Maç sonu oyuncularla yaptığımız ''Güzeller içinden bir seni seçtim'' görülmeye değerdi doğrusu, aşağıdaki videoda da izleyebilirsiniz. El emeği, göz nuru :)


4-0'lık G.Birliği galibiyeti, bir nevi Kayseri maçına benzese de, Bursasporumuzun bu ligde zirve takımlarından biri olduğumuzu bizlere gösterdi. Alınan 3 puan Bjk ve Sivas mağlubiyetlerini bizlere bir nebze unuttururken, milli maçlar arası da 16 Ekim'de Galatasaray ile yapacağımızı maç öncesi de takıma extra motive unsuru sağlayacaktır şüphesiz. Serdar Aziz'in Sivas maçından mıdır bilinmez müsabakaya kaptan olarak çıkması, bizleri bir başka mutlu ederken, maç bitiminde Ertuğrul hocamızın Bursaspor kariyerinde ilk kez tribünlerinin önüne kadar gelip, taraftarı alkışlaması bir anlamda mesaj niteliği taşıdığının da altını çizmeden geçmeyelim.


23 Eylül 2011 Cuma

Başın öne eğilmesin

Gökyüzünde vanası açık unutulan çeşmelerden sağnak sağnak yağmur yağarken, kora kor, dişe diş bir mücadelenin tam ortasında bulduk kendimizi bir anda. Daha ilk dakikadan başlayan mücadele, tüm hücrelerimin sırılsıklam olduğu bedenimin bile ateş basmasına sebep olmuştu çoktan. Teknik direktörü şike suçlaması ile tutuklu olarak yargılanan şerefli(!) kulüplerimizden bjk'nin, teknik direktörünün neden içeride olduğunu sorgulamamıza gerek bırakmayacak şekilde hakemlerce maç boyunca desteklendiği görürken, futbolumuzun neden bir türlü gelişemediğini daha da iyi idrak ettim dün gece.

"nasıl siktik ama"
"kanırta kanırta siktik"
"orospu çocukları amınıza koyduk"
"kafamızı soktuk piçlere"
''travestilere kapak''

bu ne lan? 90 dakika top oynanmış adamın konuyla ilgili diyeceği "çılgınlar gibi siktiğimiz maç" şeklinde konuşan bjklılara gerçekten sormak isterdim neyin kafası lan bu, neyi yaşıyosunuz siz? Dersiniz ki okumazsan okuma arkadaşım zorla mı okutturuyoruz. Zorla okutturmuyorsunuz ama maç nasıl geçmiş diye bakıyorum, futbol maçı değil sanarsınız ki iki takım karşılıkli sikişmiş de en son ayakta kalan kazanmış.

Seviyeyi daha fazla düşürmeden maça dönecek olursak;

Barcelona-Chelsea Şampiyonlar Ligi maçından sonra Jose Mourinho düzenlediği basın toplantısında; ''10 kişi kalmak her zaman kötü değildir,diğer oyuncuların performanslarını kesinlikle arttırır.'' demişti. Her iki ekibinde 10 kişi kaldıktan sonraki oyunları bana hemen bu sözü hatırlattı. Eğer maçı değerlendirecek olursak 3 kısma ayırabiliriz, 1-Bangura'nın oyundan atıldığı 25.dakika'ya kadar olan kısım, 2- Quaresma'nın atıldığı 80.dakika ve sonrası. 3- Bu iki kırmızı kart arasındaki kısım. Şüphesiz 10 kişi kalan bir Bursaspor'da tüm planlar altüst olurken, Q7'nin atılması da bjk'ı uçurdu adeta diyebiliriz. Kırmızı kart pozisyonununda uzak olduğundan tam göremedim ama sanki Egemen yan hakeme bana küfretti diyor da ondan sonra kırmızı kart çıkmış gibi duruyor.(fuck off demişmiş, eğer bu kelimeden dolayı oyuncular atılıcak olsa,Avrupada maç içinde oyuncu kalmaz.) Beşiktaş'ın attığı iki gol dışında pozisyonunun olmadığını da rahatlıkla söyleyebilirim. Aynı şekilde Bursasporumuzun'da uzaktan Turgay'ın şutu dışında pozisyonu yoktu. Tagoe ikinci yarıda bizi adeta 1 kişi eksik oynattı desek abartmış olmam heralde, sanki sahada yok adam, boş boş geziniyor. İlk golün faulünü de kendisi yaptı çok gereksiz bir şekilde üstelik, ikinci golde de Wederson'un büyük hatası vardı. Holosko koşuyor, Wederson "yeaa abi nasılsa vuramaz havalarında.."

10 kişi kalmamız ve 60 dakika boyunca eksik oluşumuz takımın kimyasını bozdu. Keşke Batalla'yı çıkartıp Tagoe'yi almasaydı Ertuğrul hoca. bir de karşı takım 10 kişi kaldığında Turgay çıkartılabilirdi diye düşünüyorum fakat kulubemizdeki sıkıntı çok büyük. Ozan çıkarken yerine giren ismin Ahmet Arı olması bizi kaygılandırırken, Bjk cephesini de ''ohh bu çok iyi oldu'' şekline soktuğunu kabul etmemiz gerek. Tabi Sestak'ın cezasının bitip,artık Sivas deplasmanıyla birlikte oyanayacağını bilmek bi nebze olsun içimizi rahatlatsa da, halen hucum anlamında eksikliklerimiz olduğu da bir gerçek. 86. dakikadan sonra yenilen 2 golü anlatmaya futbolun terimleri yetersiz kalsa da, şunu bu gece bir kez daha idrat ettim ki ''Futbolun gerçekten adaleti yokmuş!'', zaten maç sonu tüm bjk'lı oyuncuların ortak görüşü, şansla kazandıkları olsa da, Ertuğrul Sağlam'ın bjk'a eksik durumda olsak bile bu kadar pas yapmasına müsaade etmesine nasıl göz yumduğunu bir türlü anlam veremedim. Bjk'ın %59'a %41'lik topla oynama yüzdesindeki üstünlüğünü 60 dakika eksik olmamızla bağdaştırabilirim ama bjk'ın bizim iki katı pas yapmasını (412 pas) kabullenemiyorum. Ne olursa olsun bu kadar korkak oynamamalıydık hocam! Maç sonunda maçın oyuncularının karşılıklı oynayan sol bek ve sağ bek İ.Köybaşı ve C. Basser'in seçilmesi de çok ilginç bir unsur olarak gözüme çarptı.

Egemen Korkmaz'a da bir paragraf açmazsam olmaz. Şimdi şöyle bi düşünelim bu adam senelerce kaptanlığımızı yaptı, küme düştük 2.ligde formamızı giydi( istediği süper lig takımına gidecekken), gittiği yerlerde hep bizi,yani 16'yı istedi ve daha neler... Şimdi bu Egemen'e sırf oynadığı takımda 3'lü çektirdi diye,bu kadar küfür etmeyi ben kendi adıma bizlere yakıştıramadım. Zaten oyundan alınması da Bjk'ın yararına oldu. Elbet bunun önüne geçemeyeceğiz ama bu kadarı da olmamalıydı...

Dipnot: Dün gece yağmura inat 90 dakika boyunca susmadan destek veren, kaybetmesine rağmen takımını alkışlarla tribüne çağıran tüm Bursasporlu kardeşlerime helal olsun! Bazen kaybetmek aslında kazanmaktır. Hele ki böyle bir mağlubiyet beni gelecek adına daha da umutlandırdı. Bu mağlubiyetle daha da kenetlenip, hedeflerimiz doğrultusunda emin adımlarla yürüyeceğimize kalpten inanıyorum. Hep dediğimiz gibi: ''UMUTTUR BURSASPOR...''




22 Eylül 2011 Perşembe

Vicdanın senin kıblendir


Dün geceki bölümünde kabire kibri gömme sahnesiyle güzel bir final yaşatan ve hemen ardından verdiği çoşkulu müzikle göğsü kabartan Muhteşem Yüzyıl şuana dek izlediğim en iyi Türk yapımı savaş sahnelerine imzasını attı. Savaş sahneleri bir tarafa, sondaki mezar sahnesi noktayı koyarken, ''Gururlanmamak istiyorsan toprak gibi olacaksın, toprakla birleşeceksin, toprağın altına her an girebileceğin fikrine hazır olacaksın. İşte o zaman gurur kalmaz!'' sözleriyle de beni uzun düşüncelere gark etmesini bildi. İşte Kanuni Sultan Süleyman'ın ünvanına yaraşır şekildeki muhteşem sözleri ;

...bu sesler nasıl sustu, yüreğimin gürültüsünü duyuyorum,bu koku... gül kokusu duymak istiyorum, kan, barut kokusu genzimi yakıyor. Toprak, ağaçlar, kuşlar susmayın, kazandın diyin. Mutlak zafer kazandın! Kanımız aktı toprağa, yandık hak aşkına, küllerimiz savruldu. Rüzgar esti. esiyor mu hala? Sağ yanımdaki melek, sol yanımdaki şeytan nereye gittiniz duyun sesimi. Yetiş ya Rabb-i durduramıyorum ölümü.  Öğleden ikindiye kazandık mohaç muharebesini. Kainatın en kısa zamanda kazanılmış en büyük zaferi olarak kayda alacak vak'a-nüvisler. Bu senin zaferin Süleyman, İçimi bi kibir sardı. Kainat bana sonra hangi zaferi işaret ediyor. işaretleri takip et süleyman. işaretleri...

buraya kadarmış, böyle olacağını biliyordum. İçim kibirle doldu Pargalı. Bu hissi yenmeliyim, yeneceğim...
''İdrak et süleyman,Unutma! Tevazu içinde ol. Bütün şeref ve irade senin değildir.rabbine şükret ve nefsine üstünlük verme. zinhar kibre düşme. sen hakka karşı hayalı, halka karşı vefalı ol. vücudun, fikrin, zikrin o'na ait. sahibi sanma. hakkın nimetlerini kendinin, kendinden olanları yegane sanma. nefsini öldür, yoksa o seni öldürür. kibrini yen süleyman. her firavunun Musa'sı, her şerrin bir nuru vardır. İmha et. Hatırla. vücuda geldiğin hali ve gideceğin son mertebeyi unutma. işte o zaman cennetin kapıları açılacak sana. Vicdanın senin kıblendir Süleyman, Kaybetme!



20 Eylül 2011 Salı

Factotum / Charles Bukowski


Uzun bir kitap okumama sürecinden sonra, ilk okuduğum kitap olma özelliğini taşıyan  ''factotum'' için eğer tek kelime söylemem gerekirse bu kesinlikle ''samimiyet'' olurdu. Kitabı okudukça kendi hayatımızdan kesintileri gözler önüne getirdiğimizde , yazı boyunca yapmaya mecbur bırakıldığımız herşeyi bir bir yüzümüze vuran bir kitap olma özelliğini taşıyan Factotum'un, ''-bende öyle yaşarım ama ne gerek var ki?'' demekle, cesaret arasındaki farkı bizlere çok iyi anlatan Bukowski'nin dürüstlük kavramımın da ne kadar uygulanabilir olduğunu ısrarla bizlere sorgulatmak istemesi de takdire şayandı. Günlük yaşam stresinden biraz uzaklaşıp, yapmak istediklerinizi yapan bir adamın yaşantısını incelemek oldukça keyifli ve eğlenceliydi doğrusu.
Kitaptan altını çizdiğim cümleler;
*İş çıkışıydı, akın akın insan çıkıyordu metrolardan,karıncalar gibiydiler, yüzleri yoktu,çıldırmışlardı, üstüme geliyorlardı,gergindiler.
*Patronlar daha fazla adam çalıştırmaktansa, birkaç kişiyi çalıştırmayı yeğliyorlardı. Adamlara 8-9 saatini veriyordun ama yetmiyordu, fazlasını istiyorlardı.Altı saat sonra seni eve yolladıkları görülmemiştir mesela,düşünecek zamanın kalmamalıydı...
*Samimiyetle söylüyorum,yaşam beni dehşete düşürüyordu. Yemek, uyumak ve çıplak dolaşmamak için insanın yapmak zorunda olduğu şeyler ürkütücüydü. 
*Dünya denen uçurumun eteğinde olmak gibiydi, son düşüşten önce dinlenme yeri...
*Sabahın 06:30'unda bir çalar saatin sesisne uyanıp,yataktan fırla, giyin, zorla bişeyler atıştır, sıç, işe, diş fırçala, saç tara, başka birine büyük paralar kazandırmak ve sana tanınan bu fırsat için müteşekkir olmak için berbat bir trafiğin içine dal. Nasıl razı olunur böyle bir yaşama?

17 Eylül 2011 Cumartesi

Herkes gider tersine,biz gideriz Mersin'e!

                              

Kayseri karşısındaki güzel futbol ve 3-0'lık net galibiyet neticesinde fırtınalı bir başlangıçla Akdeniz'e yelken açan Bursasporumuz, 27.5 yaş ortalamasıyla ligimizin en yaşlı takımına karşı ve üstelik bugüne dek hiç galibiyet alamadığı Mersin İdman Yurdu ile Tevfik Sırrı Gür Stadyumu'nda karşı karşıya gelecek. Hava sıcaklığının 30 derece dolaylarında seyir etmesi ve maçın 16:00'da oynanması her iki ekip adına da olumsuz bir durum olarak göze çarparken, Mersin yönetiminin yüksek fiyatlı bilet politikasına rağmen Süper Lige hasret kalan Mersin halkı ve taraftarlarının biletlerin satışa çıktığı ilk günden bu yana büyük ilgi gösterdiği maçta MİY'nun etkili bir taraftar gücünü arkasına alacağı bir maça tanıklık edeceğiz.

Ev sahibi MİY, Ankaragücü gibi son dönemde yaşanan yönetimsel sıkıntılardan ötürü kolu kanadı kırık ve hucuma çıkmakta zorlanan bir takıma karşı aldığı galibiyeti açıkçası ben ölçü olarak kabul etmiyorum. Nurullah Sağlam'ın artık ritüel halini almış toplama takım yapma sevdasını MİY'da da tekrar etmesi, bundan önceki deneyimlerinden hala ders almamış olmasını kendi kapasitesine yakıştıramadığımı ayrıca belirtmek isterim. Maç içinde; Nduka ve Amoah gibi iki güçlü,hızlı fakat tekniği zayıf kanat oyuncularıyla atağa çıkma düşüncesinde olacağını düşündüğüm Akdeniz temsilcisinin, Yahia ve Zurita ile orta alanda savaşma düşüncesinde olurken, Moritz'in kişisel becerileriyle takımı atağa kaldırmasına bel bağlayacaktır. 
Kapasiteleri belli olan şampiyon kadromuzdan M.Keçeli ve gelir gelmez apar topar takımdan gönderilen İbrahim Kaş'ın extra motivelerinin ise bize zarar vereceğini kesinlikle düşünmüyorum.

                                         

Bursasporumuzun MİY karşısında Kayseri kadrosunu korumasını beklerken, E.Sağlam'ın her zamanki gibi alışılagelmiş 4-2-3-1 düzeninde takımı sahaya süreceğini tahmin etmek çokta güç değil artık bizler için, fakat forvet tercihinde Bangura-Tagoe konusunda kararsız olduğuna da kesinlikle eminim, zaten kendisi de hafta içi yaptığı röportaj ve demeçlerden de bunu açıkça ifade etmişti. Maç içinde özellikle Ertuğrul Sağlam'ın oyuncu değiştirme dakikalarındaki skorun oyun yapımızı tamamen değiştirebileceği düşünüldüğünde, olası bir golsüzlük durumunda çift forvetli hucum yapısına bürünmemiz, en zor durumda bile bize rahatlıkla maç kazandıracaktır diye düşünüyorum.  Maçın sonucunu etkileyecek diğer kilit unsur ise, şüphesiz iskeletimizi oluşturan Carson-N-Diaye ,Battala üçlüsünün performansları olacaktır. Bursasporumuz eğer şampiyonluk hedefinin içini doldurmak istiyorsa bunun için en iyi fırsat karşılarındaki MİY galibiyetidir, çünkü buradan alınacak puanlar, hafta içi perşembe günü Beşiktaş karşısında taraftarın maça çok daha farklı bir gözle bakmasını sağlayacaktır.

Dipnot : Bursasporumuz kabul edelim ki bu ligin zayıf halkalarından, kadrosu yaşlı ve kısıtlı olan bir takıma karşı mücadele verecek; kazanmamız değil, kazanmamamız sürpriz olacaktır. 1600. golümüzü de bizdeki ilkleri alma konusunda tecrübe edinmiş Battala'nın atacağını düşünüyorum :)



12 Eylül 2011 Pazartesi

...ve Timsah yürüşü başladı!

Güzel bir Bursa pazarında, Kayseri ile karşılaştığımız 2011-12 STSL'nin ilk maçında biri bana maç öncesinde ''-Maçı 3-0 kazanırsınız!'' deseydi, gülüp geçerdim kesinlikle. Ama maç sonu değil 3-0, 6-0 neden olmadı diye kendimi hayıflanırken bulmam sanırım maçın nasıl bizim ezici üstünlüğümüzde geçtiğinin bir göstergesi olsa gerek. Şike,mahkeme, Anderlecht'e şanssız şekilde elenme, tutuklu taraftarların serbest kalışı, yeni transferler ve daha nice gündemle Atatürk Stadı'nda içeri girip, yeşil zemine şöyle bir göz attığımda, daha farklı ve daha realist bir takım olduğunu en başından hissetmiştim. 

Maçın başlama düdüğüyle birlikte Chretien Basser'in aranılan kan olduğu daha toğu ayağına ilk aldığı anda kendini hisettirdi, adam 3 ay boyunca yaptığı nazın hakkını verdi desek yeridir heralde. Adem Koçak ve N'Diaye 2'li ön liberolu sistemimizde ne kadar çok iş yapabileceklerini maç boyunca ortay koyduğu performansla gösterirlerken, Bangura'nın halen takıma adapte sorununu aşamadığı da gözümden kaçmadı. Turgay'ın sağ kanatta mücadeleci yapısıyla oynaması çoğu kişiyi etkilese de, 2 hafta sonra gelecek olan Sestak'ın o bölgede yerini alıp, Turgay'ın yedek kulübesine demirleyeceği su götürmez bir gerçek gibi duruyor karşımızda. Solda Ozan İpek, Battala'nın ortasını iyi takip edip, alnına çarparak attığı golden ziyade, bu takımda kalıp, gol sonrası yaptığı Timsah yürüşüyle taraftarların gönlündeki tahtını sağlamlaştırarak bizi 1-0 öne geçirirken, Wederson benim kesinlikle gol olacak dediğim serbest vuruşta mükemmel bir şutla bu sezonun en formda ismi olduğunu herkese gösterdi. (gol olur dediğime inanmadıysanız işte ispatı, o kadar inandım ki gol olacak diye çektim ;)


İlk ayrı 2-0'lık skorla bittiğinde, devre arası bu maç 5'e doğru yol alır gibi dursada, 2. yarı başladığında Kayseri bize oranla daha çok topu ayağında tutarak, özellikle Amrabat'la kalemize gelirken, bu dakikalarda savunma ikilimiz Serdar ve İbrahim müthiş mücadeleriyle göz doldurmasını bildiler.Dakikalar 65'i gösterirken Ozan'ın pasıyla, kendine has özelliğiyle içeri doğru draft eden Battala'nın, ceza sahası dışından yaptığı vuruşla durumu 3-0'a getirdiğinde, bu takımın gerçek ''10'u'' benim diye haykırması kuşkusuz hepimizin beklentisiydi. Oyunun son bölümlerinde giren Tagoe'nin idman eksiği ve adaptasyon sürecini atlattıktan sonra bize .çok katkı vereceğini düşündüğümüde unutmadan söylemeliyim.

Sağlam'ın maç sonu ''taraftara kırgınım, stadta boşuklar vardı söylemine ise hiç katılmıyorum. Nedenlerini de çektiğim fotoğraf ve analizlerle aşağıda birbir sıraladım. Umarım hocamız bunu okur ve bir nebze olsun bizi anlar.


Açık Kale : Oradaydım, fulldü.
Kapalı Kale: Radikal tarafına doğru toplasanız 1 blokluk kadar bir boşluk vardı, tabi insanlar kopuk kopuk oturduğundan, daha doğrusu direği ekarte etmek için oluşan boşuklardı bunlar.
Maraton: Her zamanki gibi Kale arkalarından alınan yerler boştu (buralar Man.Utd & Valencia) maçlarında dahi dolmamıştı. Real Madir'te gelse dolacağını sanmıyorum. Yeni stada gidene kadar böle olucak artık, alışalım buna.
Kapalı Tribün: Bursa'da orta-üst grubun Bursasporlu olmadığı hepimizce malum artık. 3 büyütülmüşler geldiğinde dolar buralar anca, yoksa hep bu şekilde kalır. Yada 16 Mayıs 2010'da old. gibi son 5-6 
hafta şampiyonluk yolunda ilerlememiz 
lazım ki dolsun


Displin, düzen, saldırgan ve takım oyunu, Volkan ve Sercan gittikten sonra  Ertuğrul Sağlam'dan beklediğimiz en büyük hamlelerdi ve tüm bunları bu kadar kısa süreçte harmanlayıp önümüze sunduğu için kendisine sayısız teşekkürlerimden birini daha etmeden geçemeyeceğim. 2 yıl sonra ilk kez 2 farklı üstünlükle sahadan ayrıldığımız bu maç bundan sonraki süreçte umarım şampiyonluk yolunda atılmış güçlü ve sağlam bir adım olarak karşımıza çıkar.


Maçın 3 adamı: N'Diaye - Battala - Ertuğrul Sağlam


*Resimler, yazı ve video şahsıma aittir,lütfen izinsiz kullanmayanız, kullanan N'Diaye'nin altında kalsın.)

11 Eylül 2011 Pazar

Senna


Aslına bakılırsa Formula1 'e karşı pek bi ilgim yoktur, izlemem de, takip etmem de ama Senna'yı gerek sosyal medyada, gerekse de arkadaşlarımdan çok duymuştum. Biras araştırdıktan sonra da F1'de bir efsane olduğunu farkettim. Adına yapılmış bir belgesel bulunan Aytron Senna 1994'te İmola Pistinde ölen Brezilyalı pilot.  (http://tr.wikipedia.org/wiki/Ayrton_Senna)
Bu zamana dek izlemeye fırsat olmamıştı. İzledim.
Ayrton Senna, Brezilya’nın mütevazı şartlarından çıkmış bir yarış tutkunu. Belgeselin (ve aşağıdaki fragmanın) açılışındaki sözleri de bunu anlatıyor zaten. O günden F1 pistinde yaşamını kaybeden son pilot olma unvanını kazanana kadar geçen kısa sürede yaşadıkları, hırsları, hayal kırıklıkları, elde kalan pek de kaliteli olmayan görüntüler eşliğinde 106 dakikalık bu belgesele dönüşmüş.
Sadece çok yarış kazanıyor diye değil, çoğu insana insanlık dersi verdiği için bu kadar çok sevilen bir pilotun yaşamını anlatan bir belgesel. F1 ile ilginiz olsun, olmasın; mutlaka izleyin. 

9 Eylül 2011 Cuma

The Corporation


Sinema filmleri içinde en doyurucu ve etkili siteye sahip başlıklardan biri olarak adlandırabileceğim The Corporation, şirketlerin, kurumların, anonim kimlikleri sayesinde toplumun canına nasıl okuduğunu ve okumaya devam ettiğini örneklerle dile getiren 2003 yapımı bir belgesel.
The Corporation gerçekten iyi ve izlenesi bir yapım. Röportajlarda Peter Drucker’dan Michael Moore’a, Noam Chomsky’den Ray Anderson’a kadar geniş bir yelpaze bulunuyor.
Endüstri devriminin yarattığı refah ve bolluğun palazlandırdığı sınıfın daha fazla güce ve dokunulmazlığa ulaşabilmek için kurduğu sistemin zaman içindeki dönüşümü ve bugünkü açmazlarını bütün çıplaklığıyla görmek ve ‘farkında olmak’ için 8 senelik bu belgesel hala yeterince besleyici.
Dilerseniz İnternet Arşivi’nden çekebilir ya da Youtube’dan izleyebilirsiniz.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Elveda İmparator...


Sessiz bir sabaha uyanmıştı Bursa bugün,
Uykular kaçmış…
Kalpler mühürlenmiş…
Dün gece yarısı kayan yıldız bugün anlam kazanmıştı…
Bosna’dan gelen ağıtlar, Bursa da göz yaşlarıyla hayat buluyordu.
İmparator binlerine veda etmişti…
Hasta olduğunda şampiyonluğu görmeden yollamayın beni demeçleri hala hatırlarımızda.

O şampiyonluğumuzu görerek giden bir kalpti.
Hayat jübilesini gülümseyerek tamamlamıştı.
Gittin imparator.
Sen Bursaydın.
Sen Bursaspor’dun.
Sen bizdin…

7 Ağustos 2011 Pazar

Nani'k ! 2-3



2011 yılı comminity shiel kupası finali. bir tarafta 1878 doğumlu ingilizlerin meşhur red devils, diğer tarafta 1880 doğumlu blue citizens.bugüne kadar united 18, city 3 defa bu kupayı kazanmış. Diğer taraftan bakarsak ekonomik zorluk, şu, bu derken bu takımlara el koyan amerikan ve arap patronların maçı olduğunu da söylemek mümkün. Şahsen haberdar olmadığım bir konuydu ama öyle bir durum varmış; arap sevdası. memleketin üst kademeden bir yöneticisinin “türkler arapsız yapamaz” lafına uyacak olursak mavileri tutmam gerekirdi ama araplar umurumda olmadığı için her şekilde kırmızı şeytanlardan yana taraf oldum. amerikan tarafı da olmak istemezdim ama united işte. yılların karizması. aslolan kendi memleketimdir, gerisi futbol eğlencesidir. kaldı ki koskoca manchester’in united takımı. dünyanın neresine gitsen bir saygı duyulası var.maçtan evvel, övgüyle bahsedilen ingiliz centilmenliğine dair güzel bir tören izledik. tabi bu centilmenliği saha içinde zaman zaman büyüteçle aradık ama bulamadık. özellikle ilk yarı sert geçti. ilk yarının kart raporu city tarafı 3, united tarafı 2 sarı olması lazım.

Maça gelecek olursak, kırmızılar şeytan gibi başladı. 1.saniyeden 4.dakikalara kadar city kalesini ablukaya alıp bunalttılar. 1 tane kalenin içine dürtecek gibi oldular ama beceremediler. anlaşıldığı kadarıyla ferguson maça golle başlamak, rakibi şaşkına çevirmek istemişti.
4.dakikadan 13 dk’ya kadar geçen sürede tempo gittikçe düştü. iki takım da gol bulmak için bir şey yapamadı. daha çok topa sahip olabilmek ve birbirileriyle uğraşmakla vakit geçirdiler.birbirileriyle uğraştıkları dakikalardan biri olan 14.dakikada arızaya meyilli vidic ve arıza balotelli kafa kafaya tokuşarak “ne diyon lan” kıvamına geldi. aynı vidic 1 dakika sonra topla orta sahaya çıkayım da oyun kurayım dedi ama eline yüzüne bulaştırdı ve kaptırdığı top kendi kalesine korner olarak döndü. ayağı düzgün olan defans oyuncusunun yetişmediği döneme girdik yine. kalecilerin orta sahaya şişirdiği degajlar…

Manchester United

Vidic-balotelli hırlamasından 5 dk sonra 20.dakikada bu kez anderson ve dzeko birbirine hırlaşınca, maçın hakemi “ 5 dakika arayla 2 pozisyon, 4 futbolcu hırlaştı. ben bu oyunu bozarım arkadaş!” dedi be birer sarı kartı çekti, olaya el koydu. pozisyon kart falan değildi, hakem ders verir gibi bir uygulama yaparak patronun kim olduğunu gösterdi. bundan sonra iki tarafın da motoru nispeten soğudu diyebiliriz.22’de ceza sahası çizgisi sol çaprazından rooney kullandığı frikiği 90’ın 2-3 karış üstünden auta attı. United tarafı maçın ilk yarısı boyunca bildiğimiz oyun şekliyle, topu kenarlara taşıyarak içeri orta kesmelerle gol aramaya çalıştı, city için de bir şeyler yazmak lazım diyorum ama yazacak bir şey yok ki derken 38.dakikada kazanılan serbest vuruşu iki unitedli arasından city’li lesscot kafayla gole çevirdi. özet geçersek; forvetiyle yan toptan gol arayan kırmızılar, defansıyla yan toptan gol yedi!bu golden birkaç dakika sonra da maçta oynayıp oynamadığı belli olmayan dzeko, ceza sahası yayının biraz daha gerisinden çektiği şutla golü buldu ki yenecek gibi gol değildi. kaleci "de gea" biraz öndeydi, baktı rakip orta alandan atağa kalktı, geri-geri kale çizgisine doğru gidip yerimi alayım derken tam hazırlanamadan armut gibi golü yedi. zaten dzeko da durumu fark etmese vurmaz pas verirdi sanırım.

Maçın ilk yarısı 2-0 city lehine kapandı.

2. devreye ferguson 3 oyuncu değişikliğiyle başladı. vidic, ferdinand gibi tecrübelileri çıkarıp 19-21 gibi yaşları olan3 genç oyuncu aldı. anladığımız kadarıyla soyunma odasında takıma da “kızlar, bilmiyorum farkında mısınız ama manchester united’da oynuyorsunuz. çıkın bu maçı çevirin” dedi. tabi bunu ingilizce olarak "fuck muck" katarak daha etkili vurgularla süslediğini düşünmek de yanlış olmaz! unitedliler de çıktı 52 de smalling, 58’de nani ile 2-2’yi yakaladı. kırmızıların ilk golü serbest vuruşun içeriye ortalanmasıyla geldi, ikinci gol güzeldi. ceza sahası önünde 5-6 pas yaparak golü buldular.ikinci yarı united’in hakimiyetiyle geçti. 3.golü de aradılar. dakika 72 olduğunda ceza sahası çizgisinin hemen önünden, kaleyi tam karşıdan gören yerden kazanılan serbest vuruşu rooney baraja nişanladı.city tarafında mancini öğrencilerini toparlamakta zorlandı. üst üste yenilen 2 golün etkisi net görülüyordu. oyuncu değişkliğine başladı ama topa sahip olmakta zorlandılar, dolayısıyla karşı kaleye gidemediler.maçın son dakikasında berbatov oyuna girince penaltılar için kullanılabilercek eleman diye düşündük ama gerek kalmadı. maçın 90+4.dakikasında city rakip kalede kullandığı serbest vuruş rooney tarafından ortasahaya vurulara uzaklaştırıldı, city’li oyuncu yerinde bir hamle yapamadı, top nani’nin önüne düştü. tam orta yuvarlakta. topu sürdü, sürdü, sürdü… kaleciyi de geçip kupa “kırmızı şeytanların” dedi.

Skor: Manchester Utd: 3 (smalling, nani, nani) Manchester City:2 (lesscot, dzeko)
yanlış saymadıysam kart raporu 5 sarı city, 2 sarı united olması lazım.

Maç esnasında dikkatimi çeken pankartta, aslında herşeyin özeti gibiydi :)

26 Temmuz 2011 Salı

koşmak


Başlamadan önce kafanda bir hedef koyarsın kendine. Uzunluğunun, süresinin hiç bir önemi yoktur. Sadece önemli olan senin o hedefi koymuş olmandır, onu başarabileceğine inanmandır. O kadar zorlayabileceğini düşünmendir kendini. gerisi hikayedir. ne kadar zor olabilir ki diyerek başlarsın. ilk dakikalar hoştur. rüzgarı yüzünde hissedersin hava biraz serinse. birileriyle birlikte koşuyorsan onların durumunu kontrol edersin. sonra yavaş yavaş arttırmaya başlarsın temponu, vücudunun verdiği "bırak istersen. boşver sen." mesajlarını dinlemeyerek. çünkü beynin başka türlü konuşmaktadır. yapabileceğine en küçük hücresine kadar inanmıştır.

Dakikalar, metreler geçtikçe vücudun daha da bağırmaya başlar. artık ufak mesajlar değil büyük uyarılar yollar. bacakların ağrımaya başlar ufaktan. karnında ince bir acı hissedersin. bütün bunlara rağmen "durma." emrini vermeye devam eder beynin vücuduna. bir anda bir bakarsın vücudun susmuş. işi zorlaştırmak yerine kolaylaştırmaya karar vermiş, kontrol beyninden çıkmış da, refleks haline gelmiş sanki. koşmaya devam edersin arada saatini kontrol ederek. kendini arada bir yoklayıp, bir iki cümle birşeyler söyleyip, ne durumda olduğunu anlamaya çalışırsın. genelde karar "ben daha koşarım aslında." yönünde çıkar ya da "hayır bırakmak yok. artık çok az kaldı." dır sonuç zaten genelde. hedefine yaklaştığını hissettiğin her adımda biraz daha hızlanır bacakların. daha sonra yavaş yavaş tempo düşürürsün, içinde bir yerlerde "daha zorlamalımıydım acaba?" diyerek. tempon düştükçe vücudun tekrar hatırlatır kendini, bir nevi "ben de buradayım aslında." der. koşu boyunca vücudunuzla değilde ruhunuzla koşmuşsundur çünkü. durursun. başın dönüyormuş gibi olur bir anda. bir kaç saniye soluklanıp, yürümeye başlarsın bu sefer. dakikalardır ayaklarına giden kanın, artık bütün vücuduna dağılması gerektiğini hatırlatır o ufak baş dönmesi sana.


Artık vücudunu dinlemenin zamanının geldiğini anımsatır ve herşey bitince, bir sonra ki koşuyu iple çektiğini fark edersin. sınırlarının aslında kendin olduğunu görürsün. İşte budur koşmak! Aynı anda beyninin ve vücudunun farklı şeyler söyleyebilmesidir, kısa bir süreliğine de olsa, kendine hükmetmektir. Sınırların olmadığına inanmaya çalışmaktır. Kendine kafa tutmaktır, aslında bütün iplerin senin elinde olduğunu sanırken...